12 Mart 1995 gecesi saat 20.45 sularında Gaziosmanpaşa’da; çevresi köktendincilerin ve faşistlerin egemen olduğu semtlerce kuşatılmış durumda bulunan, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Gazi Mahallesi’nde, bir iç savaşı başlatacak olayların “fitili” ateşleniverdi.
Birey kimlikleri belirsiz olmakla birlikte toplumsal kimlikleri açık olan güdümlü-kışkırtıcı hainler, otomatik silahlarla Alevi kahvelerini taradı. Siyasal ve toplumsal ayrışmalar-saflaşmalar çerçevesinde niçin yapıldığı karanlık olmayan bu olaya, Alevi halkın tepkisi çok sert oldu. Olayı kınamak isteyenler sokağa döküldü; birey tepkisi, toplumsal öfkeye dönüştü. Sokaklarda barikatlar kuruldu; çok sayıda Alevi can yaşamım yitirdi, yüzlercesi yaralandı; bir milyonun üzerinde insanın yaşadığı yedi mahallede sokağa çıkma yasağı ilan edildi. “Düne” kadar “can güvenliğine” indirgenmiş olan özgürlük yeniden boyut kazandı; korku ve yılgınlık ortadan kalkarken, mücadele ve direnme duygusu paylaşılarak-paylaşılıp yaşanarak çoğaldı; dalga dalga kentin varoşlarına yayıldı.
Şeriatçı “cüretin” yükselişe geçtiği, laik devletin Sünni bir yapı kazandığı bir dönemde; ilerici kimliğine sahip çıkan, etnik özelliğin ötesinde tabanının bir yansıması olarak Türk-Kürt kimliğini mücadele alanına “demokratik bir sentez” olarak taşıyan ve örgütlü bir yapı kazanan Alevi toplumunun, demokrasi karşıtı güçler açısından ne denli yaşamsal bir sorun oluşturduğu göz ardı edilemezdi. Çünkü, laiklik ve demokrasi mücadelesinin temel toplumsal güçlerinden birisi olan Alevilik; Türklüğün şoven ve İslamcı algılanışı üzerine yapılan ırkçılığa ve Sünni İslam şeriatı üzerine yapılanan köktendinciliğe karşı, toplumsal bir “engel” oluşturuyordu.
Amaç açıktı: Bir iç savaş öncesinde, hedef kitle olarak seçilen Aleviler, devletin resmi güvenlik güçlerine kırdırılacak; bu yolla devrimci-demokrat güçler sindirilecekti. Ötesinde, saldırının genelde ülkedeki demokratik gelişmenin önünü kesmeyi amaçladığı da artık bir bilinmez değildi.
Ancak, güdümlü-kışkırtıcıların ateşlediği fitille başlatılan bu saldırı, amacına ulaşamadı. İvme kazanan yığınsal tepki, hükümet çevrelerini şaşkına çevirdi. Alevilerin haklı taleplerini görmezden gelen, Alevileri yok sayan ve Sünnileştirerek “eritmeye” çalışan geleneksel resmi politikanın sürdürümcüleri, artık işlerin eskisi gibi yürümeyeceğinin-yürütülemeyeceğinin farkına-bilincine vardı.
Alevilere ve ilericilere düşman bir kanalda ideolojik olarak koşullanmış, donanmış kadroların denetiminde olaylara müdahale eden polisin yanlı, acımasız tavrı, tam da demokrasi düşmanlarının istediği gibi oldu. Caddelere, ara sokaklara taşan toplumsal öfkeyi, yatıştırmak için hemen her türlü çaba harcandı. Ne var ki var olan Alevi örgütlenmesi, güdüme almakta zorlandı; iyi niyetli birey çabaları istenen sonucu vermedi. Yirmi dört saat içinde İstanbul’un diğer semtlerine de sıçrayan olaylar sırasında onlarca Alevi can verdi.
Hükümet çevreleri ve bir “kısım” medya işin kolayını bulmuştu. Her açmaza düştüklerinde “yabancı parmağı” aramaya alışık-yatkın olan resmi ağızlar; ulaştıkları “provokasyon” saptamasını yapay-sahte “mihraklara” dayandırarak olayların asıl sorumlularını gizleme yoluna gittiler; bu yolla sorumluluktan kaçmaya çalıştılar. Ama bunda da başarılı olamadılar. Her şey o kadar açıktı ki “çaresiz” kabul etmek zorunda kaldılar. Şimdi, birkaç görevlinin yerini değiştirerek, göstermelik soruşturmalar açarak “ayıplarını” örtmeye çalışacaklar.
Demokrasi düşmanlarının boynunda asılı duran bu kanlı tablo, devrimci-demokrat güçler için çok “acı” bir anıdır; önümüzdeki günlerde olacaklara “kara” bir göndermedir. Ölen onlarca Alevinin “sıcak anısı”, gönüllerde “kol geziyor”. Şimdi zaman akıllı olmak, akıllı davranmak; oyuna gelmemek, oyunu bozmak zamanı.
Esat Korkmaz-13 Mart 1995