PİRYOL- Prof. Dr. Levent Köker, Diyanet’in 1980 sonrasında devletin resmi ideolojisinin merkezi önemdeki bir aygıtı olduğunu, 2017 Anayasa değişikliğinden uygulamaya geçtiği 2018 Temmuz’undan sonra belirgin bir biçimde kurulu düzenin en etkili ideolojik aygıtı haline geldiğini söyledi.
Köker, “Mutlaka gerçekleştirilecek olan yeni, laik ve demokratik bir anayasal düzenin inşâ edilmesi sürecinde Diyanet’in de tasfiye edilerek, devlet düzeninin kurumlarından biri olmaktan çıkarılması gerekmektedir” dedi.
Türkiye’de halkın en güvenmediği ikinci kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı her geçen yıl artan bütçesi, genişleyen yetkileri, yaptığı açıklamalarla, verdiği fetvalarla toplumsal yaşamın her alanında gittikçe daha çok söz sahibi oldu. Din işlerinden sorumlu, devlete bağlı bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), kurulduğu 1924 yılından bu yana devlet içindeki varlığı, işlevleri, iktidar politikalarının hayata geçirilmesindeki etkin rolü, her geçen yıl artan bütçesi ve değişen siyasal konumu itibariyle her daim bir tartışma konusu oldu. Son yıllarda eğitim-öğretimde de etkin rol verilen Diyanet Milli Eğitim Bakanlığı ile çeşitli protokoller imzalayarak laiklik karşıtı eğitimin kalıcılaşması için çabalıyor.
PİRHA’dan Ersin Özgül, Diyanet‘in tarihsel ve güncel görevini, toplumdaki yerini, laiklik karşıtlığını, kadınlara bakışını, Alevi toplumu üzerindeki etkisini Kamu Hukukçusu, Akademisyen Prof. Dr. Levent Köker ile konuştu.
“DEVLETİN DİN ALANINI KENDİ DIŞINA ÇIKARMAK GİBİ BİR AMACI OLMADI”
-Diyanet’in kuruluş amacı nedir?
LEVENT KÖKER: Bilindiği gibi Diyanet İşleri Reisliği, 3 Mart 1924 târihli kanunla kuruluyor. Bu tarih, aynı zamanda, Cumhuriyet’in kuruluş evresinde Hilâfet’in ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması ve Tevhid-i Tedrisat gibi kritik reformların gerçekleştiği târih. Bunların hepsi, ilk bakışta devlet ile din arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesine dair önemli yenilikler gibi görünmekte. Buna karşılık, İslam’ın devlet dini olarak kabul edildiğine dair Anayasa maddesi, 1928’e kadar muhafaza edildikten sonra kaldırılıyor. Burada, “Diyanet İşleri Reisliği’nin (sonradan değişen ve bugün de kullanılan adıyla “Başkanlığı”nın) kuruluşu ile Cumhuriyet’in benimsediği “lâiklik” anlayışının nasıl bir ilişki ortaya koyduğu” sorusunun kritik bir önemi bulunmaktadır. 1924 tarihli ilk kuruluş kanununda Diyanet’in görevleri, İslâm dininin “itikadat ve ibadata” ilişkin tüm hükümlerinin ve mes’elelerinin idaresi olarak ifade edilmekte, buna karşılık hukuk kuralları koymak ve bunları uygulamak gibi görev ve yetkilerin yasama organında olduğu vurgulanmaktadır. Bu, bir yönüyle hukuk alanında dinin kurumsal etkisinin ortadan kaldırılması anlamında lâiklik ile uyumlu bir amacın ifadesidir. Bununla birlikte, İslâm dinine ilişkin inanç ve ibadet ile ilgili konularda merkezî bir otoritenin kurulması, devletin din alanını kendi dışına çıkarmak gibi bir amacının olmadığını, aksine Diyanet kurumu aracılığıyla bu alanı kontrol altında tutmayı hedeflediğini göstermektedir. Birinci amaç, yani hukuk alanını Hilâfet, Şeyhülislâmlık ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti gibi kurumları tasfiye ederek dinin kurumsal etkisinden arındırma amacı lâiklik ile uyumlu iken, ikincinin, yani dini inanç ve ibadet alanının devlet denetimi altına alınmasının laiklik ile uyumsuz olduğu düşünülmektedir. Bu ikinci konuda cumhuriyet tarihi içinde geliştirilmiş olan resmi görüş, İslâmiyet’in Hristiyanlıktan farklı olarak, din ile devlet işlerinin ayrılmasına izin vermemesi nedeniyle, lâiklik için mutlaka devletin kontrolü altında tutulması gerektiğini ileri sürmektedir.
“DİYANET’İN BÜYÜMESİ, 12 EYLÜL 1980 ASKERÎ DARBESİ İLE BAŞLADI”
-Tarihsel olarak faaliyetleri nasıl bir yol izledi?
Diyanet’in faaliyetlerini tarihi olarak ele aldığımızda, çok ayrıntıya girmeksizin, üç dönem hâlinde bir açıklama yapılabileceğini düşünmekteyim.
Birinci dönem, Diyanet’in kuruluşundan tek-parti döneminin sonlarına dek uzanan dönemdir ve Diyanet aracılığıyla dini inanç ve ibadet alanlarının kontrol altında tutulmasının öne çıktığı bir dönem olarak nitelenebilir. Çok partili siyasi hayata geçilmesiyle birlikte bu “kontrol” amacının yanına toplumun gereksindiği dini hizmetlerin yerine getirilmesi amacının eklendiği görülmektedir. Burada da, “dini hizmetler”in alanı genişledikçe, bu hizmetleri yerine getirecek personelin yetiştirilmesi, din hizmetlerinin yerine getirileceği fiziki mekânların oluşturulması Diyanet İşleri’nin zaman içinde devasa boyutlara ulaşan bir büyüklüğe doğru gelişmesiyle sonuçlanmıştır. Diyanet’in bu büyümesi, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra iyice ivmelenmiş ve darbe yönetiminin ve destekçilerinin sâhip oldukları “Türk-İslâm milliyetçiliği”ne uygun olarak Diyanet’e siyasi işlevler yüklenmesiyle sonuçlanmıştır. 1982 Anayasası’nın 136. maddesi, Diyanet’e sadece inanç ve ibadet alanlarında düzenleyici, kontrol edici ve hizmet üretici bir organ olarak değil, aynı zamanda “milletçe bütünleşme ve dayanışma amacı” ile görev yapma misyonunu yüklemektedir. Anılan maddede, “her türlü siyasi görüşün dışında kalarak” ibâresi yazılmışsa da, bunun maddeyi kendi içinde tutarsız kıldığı açıktır. Çünkü, “milletçe bütünleşme ve dayanışma” terimlerinin siyasi nitelikte ifadeler olduğu açıktır. Böylece Diyanet’in devlet örgütü içinde siyasi fonksiyon görebilen bir organ olma vasfı kazandığını, fakat bu vasfın AKP iktidarının son dönemiyle iyice belirginleştiğini söyleyebiliriz. Özetle, bugün 2017 Anayasa değişikliği ile geçilmiş olan başkancı rejim altında Diyanet, bu rejimin meşruluğuna hizmet eden siyasi bir kurum hâline gelmiş ve hatta bu niteliğini Diyanet İşleri Türk-İslâm Birliği gibi kurumlar aracılığıyla ülke dışındaki faaliyetlerine de yansıtma yoluna girmiştir.
“DİYANET, 2017 ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNDEN SONRA KURULU DÜZENİN EN ETKİLİ İDOLOJİK AYGITI HALİNE GELDİ”
Özetlersem, 1924-1950 arasında din alanını denetim altında tutmak ön plandayken, 1950-1980 arasında din hizmetlerini yerine getirme misyonu daha ağır basan bir Diyanet görmekteyiz. 1980 sonrasında ise devletin resmi ideolojisinin merkezi önemdeki bir aygıtı haline gelen Diyanet’in 2017 Anayasa değişikliğinden uygulamaya geçtiği 2018 Temmuz’undan sonra belirgin bir biçimde kurulu düzenin en etkili ideolojik aygıtı hâline geldiğini söylemek isterim.
“DİYANETARTIK YENİ REJİMİN ÖNEMLİ SÜTUNLARINDAN BİRİDİR”
-AKP’nin iktidar olduğu günden itibaren Diyanet’te nasıl bir değişim yaşandı?
AKP iktidarı bugün itibariyle 22 yılını doldurmak üzere. Bu uzun dönemin yekpare bir nitelik taşımadığında herhalde bir tartışma yoktur. 2011 sonrası, özellikle de Kürt sorunundaki çözüm süreci, “Alevi açılımı” denilen süreç ve bunlara bağlı olarak gelişen yeni anayasa sürecinin sona erdiği, Gezi olaylarına tesadüf eden 2013 sonrası dönem, AKP’nin belirgin bir biçimde çoğunlukçu otoriter rejime yöneldiğini gösteriyor. Bu yönelişin zirvesi ise 2017 Anayasa değişiklikleriyle getirilen yeni düzenlemeler. Bu düzenlemeler, özetle, tüm devlet yetkilerinin tek kişilik yürütme organı olan Cumhurbaşkanı’nda toplandığı, denetim ve denge mekanizmalarından yoksun bir başkancı rejim inşa etmiş durumda. Bu rejim altında demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi veya “Cumhuriyet’in demokratikleştirilmesi” perspektifi yerini faşizan bir otoriterliğin yerleştirilmesine bırakmış bulunuyor. Diyanet, yeni rejimin en önemli ideolojik aygıtı olarak ön plâna çıkıyor. Sembolik olarak, örneğin, “Ayasofya’nın ibadete açılması” denilen hadisede Diyanet İşleri Başkanı’nın (DİB) “kılıç” elde boy göstermesi, kuruluşundan itibaren muhafaza edilen ama süreç içinde zayıflayan bir yaklaşım olarak Diyanet’in hukuk üretme ve uygulama alanlarının dışında tutulması gereğinin aksine, DİB’nın adli yıl açılışında Cumhurbaşkanı ve yüksek yargı başkanlarıyla birlikte ve dua okuyarak yer alması, kezâ zaman zaman yasama sürecine yol gösterici açıklamalar yapması gibi olguları hatırlamalıyız. Bütün bunlar, Diyanet’in artık yeni rejimin önemli sütunlarından biri olarak açıkça siyasi işlev üstlendiğini göstermektedir.
“DİYANET’İN ZAMAN İÇİNDE TOPLUMSAL VE SİYASİ İŞLEVİ ARTTI”
-Diyanet bir taraftan en güvenilmez ikinci kurum olurken, Meclis’e sunulan 2025 bütçesinden 130 milyar 119 milyon ₺ ile 6 bakanlığın bütçesini geride bırakarak bütçeden aslan payını almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu durum, Diyanet’in zaman içinde artan toplumsal ve siyasi işlevlerinin, daha doğrusu bu işlevlerin devletin müesses nizâmı içindeki merkezi öneminin büyüklüğü ile orantılı gibi görünen bir sonucudur.
“TOPLUMA DİN EĞİTİMİ VERME İŞLEVİNİ DE ÜSTLENDİ”
-Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın iç içe geçen faaliyetlerini nasıl okumak gerekir?
Yukarıdaki açıklamalarımı burada da tekrarlayabilirim. Diyanet, başlangıçtaki inanç ve ibadet alanlarını kontrol etme işlevinden din hizmetlerini yerine getiren bir kuruma doğru evrildikçe, bu hizmetlerin yerine getirilmesinde ihtiyaç duyulan personelin yetiştirilmesi, eğitimi gibi hususlarda da etkili bir kurum haline gelmiştir. Bir dönem din hizmetleri ile sınırlı olarak düşünülen bu durum, süreç içinde topluma din eğitimi verme işlevini de üstlenmeye dönüşmüş, 12 Eylül askeri darbesi sonrasında Anayasa’ya yerleştirilen zorunlu din dersleri üzerinden eğitim alanının başat aktörlerinden biri haline gelmiştir. Burada, Cumhuriyet’in kuruluş evresindeki “İslâm’ı denetim altında tutma” persektifinin yerini Türk-İslâm milliyetçiliğinin almış olmasının belirleyici etkisini görmemek mümkün değildir.
“TOTALİTER BİR İDEOLOJİNİN AYGITI NİTELİĞİNE GELDİ”
-Laik demokratik ülkelerde devlet destekli dini kurumlar yok bizde olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Buraya kadarki sorulara verdiğim cevaplarda Diyanet’in Türkiye’nin devlet düzeni içindeki yerinin nasıl bir evrim geçirdiğini ve bu evrimin bugün yaşadığımız otoriterleşme ile bağlantılı olduğunu anlatmak istedim. Bu sorunuz, Diyanet’in kuruluşundan bugüne gelen süreç içindeki durumuna ilişkin önemli bir eleştiriyi dile getirmemi gerektiriyor. Burada temel mesele, Diyanet’in cumhuriyet tarihinde laik, demokratik bir devlet düzeniyle bağdaşası mümkün olmayan niteliğinin farkına varılması. Laik ve demokratik ülkelerde kurumsallaşmış, örgütlü din ile devlet yönetimleri arasındaki ilişkiler, ülkelerin tarihi ve kültürel özelliklerine göre farklılıklar gösteriyor. Örneğin ABD’nin de devlet ile din kurumları arasında tam ve kesin bir ayrım olduğundan söz edebilirken, Almanya’da Katolik ve Protestan kiliseleri başta olmak üzere devlet tarafından kamu tüzel kişiliği tanınan kurumların bulunduğunu görmekteyiz. Bunların ayrıntılarına girmemiz gerekmiyor.
Türkiye’de Diyanet ile ilgili temel sorun, bu kurumun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasındaki bir kesime, Sünni-Hanefi mezhep mensuplarına yönelik bir hizmet kurumu olarak yapılanmışken, bu mezhebin başta Aleviler olmak üzere tüm “gayrimüslim olmayan” vatandaşları kapsayacak şekilde örgütlenmiş, dayatmacı ve doktriner bir kurum haline gelmiş olmasıdır. Malûm, Lozan Barış Antlaşması, Türkiye’deki gayrimüslim vatandaşların din, yani inanç, ibadet ve eğitim alanlarında hak ve özgürlükleri güvence altına almış, buna karşılık gayrimüslim olmayan vatandaşların hak ve özgürlüklerini, devletin resmi anlayışına göre, suskunlukla geçiştirmiştir. Buna karşılık, Türkiye’nin taraf olduğu ve Anayasa’nın 90/son maddesine göre kanunların üzerinde bir bağlayıcılığı olan temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar, din ve inanç ayrımı gözetmeksizin, bütün vatandaşlar için gözetilmesi gereken özgürlük alanlarını güvence altına almış durumdadır. Hâl böyleyken, Diyanet İşleri’nin pratiği, zorunlu din derslerinden, bu derslerde Diyanet’çe uygun görülen İslâm yorumunun çocuklara belletilmesinden Alevilerin dışlandığı ve hatta Alevi inancına saygı gösterilmediği pratiklere yönelinmesine kadar, ulusal ve uluslararası mahkemelerce tescil edilmiş hak ihlâlleriyle malûldür. Bu malûliyet, Diyanet’in Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet düzeninde, toplumun çoğulcu yapısıyla uyumsuz, otoriterliğin ötesinde, totaliter bir ideolojinin aygıtı niteliğine geldiğini göstermektedir. Türkiye için, ne zaman olacağını bilemem ama mutlaka gerçekleştirilecek olan yeni, lâik ve demokratik bir anayasal düzenin inşâ edilmesi sürecinde Diyanet’in de tasfiye edilerek, devlet düzeninin kurumlarından biri olmaktan çıkarılması gerekmektedir. Bu hedefin nasıl gerçekleştirileceğinin ayrıntıları ise ayrı bir konudur. (Kaynak: PİRHA)