PİRYOL- Gazeteci Ali Duran Topuz, “Diyanet, bir cumhuriyete yakışmayacak, hatalı bir arzunun ürünü olarak var oldu. Artık yargının da üzerinde bir güçten bahsediyoruz. Diyanet, bir teokrasiye gidişin koçbaşı değil fakat teokrasiye yakın bir dindarlığı devlet yönetiminin bir parçası olarak tutma arzusunun ana kurumu olarak beliriyor” dedi.
Gazeteci Ali Duran Topuz, 12 Eylül 1980 darbesi ve 2015’teki rejim değişikliğiyle beraber Diyanetteki değişimin altını çizdi.
Türkiye’de halkın en güvenmediği ikinci kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, her geçen yıl artan bütçesi, genişleyen yetkileri, yaptığı açıklamalarla, verdiği fetvalarla toplumsal yaşamın her alanında gittikçe daha çok söz sahibi oldu. Din işlerinden sorumlu, devlete bağlı bir kurum olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), kurulduğu 1924 yılından bu yana devlet içindeki varlığı, işlevleri, iktidar politikalarının hayata geçirilmesindeki etkin rolü, her geçen yıl artan bütçesi ve değişen siyasal konumu itibariyle her daim tartışma konusu oldu. Son yıllarda eğitim-öğretimde de etkin rol verilen Diyanet, Milli Eğitim Bakanlığı ile çeşitli protokoller imzalayarak laiklik karşıtı eğitimin kalıcılaşması için çabalıyor.
PİRHA’dan Eren Güven, Diyanet’in tarihsel ve güncel görevini, toplumdaki yerini, laiklik karşıtlığını, Alevi toplumu üzerindeki etkisini Gazeteci Ali Duran Topuz ile konuştu.
“MEŞAYİH İDARESİNİN DEVAMIDIR”
-Diyanet’in kuruluş amacı nedir?
ALİ DURAN TOPUZ: Diyanet İşleri Başkanlığı, dinsel bir takım kaygılar, dinin kamusal yaşam içerisinde sonradan laiklik prensibi olarak tanımlanan ilke gereğince toplumsal ve siyasal sisteme bir baskı unsuru olarak kullanılmasını aradan çıkarma ya da laikliği seküler bir devlet ve toplum modelini güçlendirme amaçlı olduğu iddiası tepeden tırnağa bir palavradır. Zaten sekülerizmin gelişi, anayasaya girme tarihi epey sonradır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş kanununa baktığımızda çarpıcı bir ayrıntıyla karşılaşırız. DİB, Genelkurmay Başkanlığı ve dönemin Milli Haber Alma Teşkilatı ile birlikte peş peşe sıralı kanunlarla kurulur. Bunun bize ilk işaret ettiği şey, Genelkurmay, Türk Silahlı Kuvvetleri, bir devlet yapısının askeri aygıtı, Milli Haber Alma Teşkilatı, sonraki adıyla Milli İstihbarat Teşkilatı ise yine askeri amaçları olan teşkilat… Bunlara dikkatle baktığımızda bir devletin hegemonyasını sürdürmek için gerekli olan temel çatışma araçlarıdır. DİB, devlet açısından kuruluş mantığı itibarıyla bir çatışma kurumu niteliğini taşır.
Peşinden gelen süreçte Diyanet’e yüklenen vazife şudur; kuruluş zamanında henüz bir hedef olarak belki sekülerizm olsa bile, laiklik adıyla da olsa kabul edilmiş bir prensip değil. O tarihi itibarıyla ileride kabul etmeye hazırlandığı düşünülebilir. Fakat sekülerizm ya da laiklikten bahsettiğimizde bunun iki modeli var. Bir, Fransız modeli; bildiğimiz Türkiye’nin de kendisine model aldığı, bir de Amerikan modeli var. ‘Laiklik’ adı da Fransız modelini seçtiğimiz için alınıyor fakat ikisinin de aslında çok temel özelliği devletin, dinsel alana, gruplara, eğilimlere kör olmasıdır. Yani bunları kendi faaliyet alanı içerisinde dinsel herhangi bir ilkeyi prensip alamayacağı gibi bunun olmasını sağlayan, kamusal alanda dini bireyler üzerinde bir belirleyici otorite olma iddialarını kabul etmez. Özellikle semavi denilen 3 din, aynı kökten gelen İbrahim’i dinler, bütün toplum hayatını düzenleme; sadece bireylerin kendi içlerindeki inanç ve tanrı ile ilgili duygu ve düşüncelerini değil, bireylerin davranış ve hareketlerini kontrol etmeyi hedefler. Sekülerizmin geliştiği Avrupa toplumlarında bu gelişme, dinsel kurum ve kuruluşlara karşı çok uzun süren kanlı mücadelelerden sonra mümkün olabilmiştir. Türkiye tarihinde bu türden bir mücadele söz konusu değil.
Devlet, Diyanet’i kurarken seküler bir yaşam tesis etme değil, dini kendi arzuladığı biçimde yeniden şekillendirmek ve toplumsal bir baskı aracı olarak kullanma ve denetimini elde tutmayı hedefler. Ve bu amaç, vatandaşların inançlarına eşit mesafe gibi bir fikri içermez. Yani kuruluş itibariyle Türkiye’nin seküler bir hedefi ve iddiası yoktur, laiklik ilkesinin anayasaya girmesi de bu durumu değiştirmemiştir. Hedeflediği şey şudur; işte nasıl ki etnos olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının hepsi Türk olma mecburiyeti; yani kavramsal olarak ‘Yurttaşlık bağıyla bağlı herkes Türk’tür’ dediğinde öyle olmayanların her ne iseler öyle kalmasına da izin vermemeyi buna ek kural olarak getirir. Ve cumhuriyetin kuruluş sürecindeki faaliyetlerine bir Türkleştirme operasyonu eşlik eder. Lozan’da kabul edilen 3 azınlık hariç Türklük, kabule şayan tek etnisite olarak benimsendikten sonra Lozan azınlıklarından olmayan, Müslüman olan ama Türk olmayanlara yoğun bir asimilasyon olmuştur. Konu Kürtler olduğunda özellikle denasyonilazyon, yani ulus olmaktan çıkarma, kavimsel özelliklerini yok etme operasyonu yürür. Dinsel planda ise Sünniliğin bir versiyonu, meşru din olarak kabul edilmiştir. 2 Hristiyan ve Yahudilik olmak üzere üç azınlık hariç…
Sünniliğin bu versiyonu kabul edilirken uygun olmayan Sünnilikler ve Sünni olmayan kesimler ve yine Lozan’dan yararlanamayan diğer inanış alanları örneğin Ezidilik, Süryani, Nasturi gibi diğer kadim Hristiyan kiliselerine mensup kişiler dahil yoğun bir baskı altına alınırlar. Mekanizma basittir, hem eğitim süreci içerisinde hem de kamusal alanı belirleyen bütün medya imkanları çerçevesinde bu Sünnilik makbul ve propagandası, eğitimi yapılan bir şey olarak getirilir. Diğer inanışların tasfiyesine yönelir ve uzun süre suç olarak; 1950’li yıllara kadar Alevi ya da Bektaşi ayinlerinin basıldığı haberleri gazetelerde rahat rahat yer bulmaktadır. Bu haberleri 1930’dan sonra çok yaygın bir şekilde görürüz. Bu durumda Diyanet aslında modern bir sekülerizmi sağlamak için ihtiyaç duyulan bir kurum değil Osmanlı’nın dinsel denetimi elden kaybetmemek için kendisinin de dayandığı İslam Sünni inanışını denetim ve yönetim altında tutmak için kurduğu meşayih idaresinin devamıdır.
“SÜNNİ OLMAYANLARA YAŞAM HAKKI TANIMAYAN BİR MODEL”
-Tarihsel olarak faaliyetleri nasıl bir yol izledi?
Diyanetin devlet lehine baskıcı karakterinden rahatsız olan Sünni gruplarla çoğu zaman mücadeleden çok takiyyeye dayalı bir toplumsal ilişki geliştirmeyi de ihmal etmedi. Yani hem devlet patentli Sünnilik hem de bundan hoşlanmayan diğer Sünnilikler lehine faaliyetler geliştirdi. 1950 ve 1960 yılları arasında dini güçlü politik bir referans olarak kullanan Demokrat Parti’nin etkisiyle gayet bir Sünni propagandisti, Sünni yayılmacı, Sünni olmayanlara yaşam hakkı tanımayan bir modele büründü. 1960 darbesinden sonra anayasasının oluşturduğu nispeten özgürlükçü ortam içerisinde de yine bu fonksiyonu sürdürmeye çalıştı ve Alevilikle ilgili meseleler tartışma konusu olduğunda Aleviliğin kendi müdahalesi asla söz konusu olmadan kendi varlığını sürdürebilecek bir toplumsal entite olmaya hiç yanaşmadı. Bütün kritik anlarda, örneğin Alevi gençlerin eşit yurttaşlık talep ettiği ünlü bildirisinde, Alevi aydınlarının bildirilerinde, Aleviliğe yönelik saldırılarda; Ortaca, Elbistan, Kırıkhan gibi olaylarda bu Sünni üstünlükçü pozisyonu hiç kaybetmedi.
Son ve bugünkü Diyanet’i de hazırlayan en önemli kırılma 12 Eylül’de geldi. Din dersinin resmi olarak mecburi hale yeniden getirilmesi; çünkü bu 1961 Anayasası’nda seçimlik bir ders fonksiyonundaydı. Yani Diyanet’in sekülerizm ile uyumlu bir kurum olmasını 1961 Anayasası hedefliyordu ama buna gitmediği gibi Diyanette bir düzenleme ya da tasfiyeye de gitmemişti. Zaman zaman 1960 ve 1970’lerde Diyanet yapısı içinde Alevilik ve Bektaşilik gibi diğer inanış grupları ile ilgili masalar, birimler oluşturulması falan da düşünüldü. Bunların hiçbirine girilmedi fakat 12 Eylül, Diyanet’e cumhuriyetin kuruluş dönemindeki fonksiyonun bir benzerini verdi. Neydi o? Askerler darbe yaptığı her şeyi askeri bir nizam içerisinde yeniden yerleştirdiler ve neoliberal politikaların uygulanması için gerekli olan 24 Ocak kararlarının uygulanmasının altyapısını hazırlarken bu uygulamaların garantörü olarak dinin, politik bir baskı, propaganda aracı ve arzulanan dinsellik özelliklerine sahip olmayan yurttaşların da tasfiyesi, asimilasyonu, kamusal alanının dışında tutulmasına yönelik görevi yeniden güçlü bir biçimde 12 Eylül’de kazandı.
“SAHNEYE GÜÇLÜ BİR BİÇİMDE ÇAĞRILDI”
-Sizce süreç içerisinde misyonunda bir değişiklik yaşandı mı?
Aslında bir değişiklik değil, başlangıçtaki misyonun güçlü ve mevcut koşullara göre yeniden düzenlenmesi söz konusuydu. Mesele 1960’lardan sonraki toplumsal planda yürüyen liberalizm anlamında değil de özgürlükler anlamında liberalizasyon; yani özgürlüklerin genişlemesi sırasında kaybettiği fonksiyonlarını yeniden kazanması hedeflendi. Fakat belki cumhuriyetin başlangıcındaki projenin içerisinde Sünni dindar yurttaşları devlete bağlı bir inanış çerçevesinin dışına taşmaması için baskılamak önemli bir hedefti. 12 Eylül’den sonra bu hedeften çok gerçekten artık sekülerleşmiş toplum kesimleri ve hala inançlı bir Sünni olsa bile sekülerizmin varlığına inanan toplum kesimlerinin arzularının hilafına yeniden bir devletin baskı aygıtı olarak düzenlendi. Yani en önemli fark, artık sekülerleri de baskı altına alan devletin, anayasadaki laiklik prensibine karşı hareket eden bir konuma gelmesiydi. Bu kuruluş zamanındaki mantıktan biraz farklıdır ve bu aynı zamanda şu anda içinde yaşadığımız ortamı hazırladı. Fakat burada 12 Eylül tasarımına da uygun bir biçimde din, kamusal alanda görünür bir biçimde yurttaşların duygu, düşünce, siyasal, kültürel, sanatsal bakışları da dahil olmak üzere her şeyi şekillendirmek üzere sahneye güçlü bir biçimde çağrıldı.
Turgut Özal döneminde başlayan bu eğilim Refah Partisi’nin yükselişi ile beraber 1990’larda daha da ön plana çıktı. En son Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesi ile de artık başlangıçta olmayan bir takım görevleri de üzerine alarak yerine oturmuş oldu.
Şu noktaya işaret etmekte yarar var; Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara gelmeden, Refah Partisi de iktidara yürümeden önce Diyanet’i, Alevi toplumundan bile daha fazla eleştirdiği siyasal hareketlerdi. Tıpkı YÖK’ü eleştirdikleri gibi… 12 Eylül sonrası kurulan üniversiteleri bir devlet organına çeviren ve bir komiserlik idaresi altına alan anlayışta olduğu gibi Diyanet’in de bu işi yaptığını öne sürüyorlardı. Fakat Adalet ve Kalkınma Partisi hükümet olduktan bir süre sonra devletin yönetimini güçlü bir biçimde ele alma arzusu ile hareket ettiğinde ilk olarak bunu başardığı yer Diyanet oldu.”
“CUMHURİYETE YAKIŞMAYACAK BİR ÜRÜN DİYANET”
-AKP’nin iktidar olduğu günden itibaren Diyanet’te nasıl bir değişim yaşandı?
“2010 yılından sonra henüz kamusal alanda etkili bir politik aktör ve ajan niteliğinde olan bir Diyanet ortada yoktu. Çünkü Diyanet, devletin arzulamadığı Sünni akımlarla da güçlü ilişkiler kurmuştu. Bu akımlardan birini oluşturan milli görüş ekolünün iyice yaygınlaşması ile diyanetteki partiye bağlılığı da temin eden ve ona ileride yeni görevler verebilecek şekilde onun yönetimini ele geçirmeyi daha kolay başardılar. Örneğin bunu YÖK’ten, Genelkurmaylıktan daha kolay başardılar. Fakat 2010 yılına kadar aşağı yukarı demokratik iddialar Avrupa Birliği perspektifi, sekülerizme dair düşünceler vardı ve Diyanet’in varlığı güçlendirilerek ve içinde partiden örgütlenmeler sağlanarak devam ettirilse bile Diyanet’e yönelik eleştirilere nisbi bir hoşgörü ile bakılıyordu. Fakat 2010’dan sonra iktidar partisi, denetimsiz bir tek parti modeline doğru; diktatoryel, otoriter ve totaliter bir formata doğru evrilmeye başladığında Diyanet’i o zamana kadar hiç kendisinden talep edilmemiş sahalarda da kullanmaya başladı.
Örneğin Alevilerin büyük şehirlerde örgütlenip hak ve hukuklarını savunmak için taleplerini kamusal alanda güçlü bir biçimde ortaya koyduktan sonra cemevlerinin hukuken inanç kurumu ve kuruluşları olarak tanımlanması talebine itiraz Diyanet’ten alınan görüşle yapıldı. Bu aslında hükümetin itirazıydı ama Diyanet’i bu göreve koştu. Yine 2010’ların başında bu vakalar çok tekrar etmişti; cezaevinde olan yurttaşların inandıkları dinin yetkili, etkili isimleriyle görüşme hakları vardı. Yargıya taşındığı için en ünlü örnek Kocaeli Cezaevinde kalan bir yurttaşın, bir Alevi dedesi ile görüşme arzusu, İslami bir kurum olmadığı gerekçesiyle geri çevrilirken yine Diyanet’e başvuruldu. Bu başvuruların alanı çok hızlı gelişti. Özellikle 2015’ten sonraki rejim değişikliği ile hızlanan otoriter format içerisinde Diyanet çok güçlü bir politik kamu kurumu olarak öne çıkarıldı. Dinsel ve ekonomik alandaki birçok uygulama ‘Nas’ denilen yani Sünni İslam açısından emredici nitelikte olan Kur’an-i ilkelere göre örneğin ekonomideki düzenlemeler Diyanet’ten alınan görüşler ya da Diyanet’e atfedilen görüşler ekseninde yapılabildi. Yani cumhuriyetin başlangıcındaki bütün toplumu tek bir dinsel inanca yönlendirme eğilimi çok daha güçlü bir biçimde, cumhuriyetin kuruluşundaki mantığa da uymayacak, onu da aşacak şekilde. Çünkü o mantığın içerisinde Diyanet’in bir politik aktör ya da figür olarak önde durması yoktur.
Cumhurbaşkanının bütün seyahatlerinde, özellikle yurt içinde siyasetle bağlantılı işlerde Diyanet İşleri Başkanını gördük. Diyanet İşleri Başkanı, protokolde çok ön sıralara doğru taşındı. En son Ayasofya’daki kılıçlı gösteriye kadar iş gelmiş oldu. Dolayısıyla Diyanet, bir cumhuriyete yakışmayacak, hatalı bir arzunun ürünü olarak var oldu.
“DİYANET, TEOKRASİ ARZUSUNUN ANA KURUMU”
-Diyanet bir taraftan en güvenilmez ikinci kurum olurken, Meclis’e sunulan 2025 bütçesinden 130 milyar 119 milyon TL ile 6 bakanlığın bütçesini geride bırakarak bütçeden aslan payını almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Bu manzara, bu ekonomik güç, aynı zamanda büyük bir örgütlenme gücü demek. Teşkilat üyeleri, imamlar ve bütün ara kademeler dahil olmak üzere bu dini, devlet yönetiminin ve toplum idaresinin güçlü bir aktörü olarak gördüğünü, yani anayasadaki laiklik ilkesinin hiç de önemsenmediğini öncelikle açık bir biçimde ortaya koyar. Eğer 6 bakanlıktan daha güçlü ise diyanet, bütçesinin daha az olduğu diğer bakanlıklardan da daha güçlü olduğu anlamına gelir. Bir politik güç statüsü verildiğini aslında bize gösteriyor. Çünkü düşük bütçeli bakanlıkların faaliyet sahaları içerisinde de diyanet var. Bu manada Diyanet, bir teokrasiye gidişin koçbaşı değil fakat teokrasiye yakın bir dindarlığı devlet yönetiminin bir parçası olarak tutma arzusunun ana kurumu olarak beliriyor. Evet eleştiriler var ama biraz dikkatli bakarsak Diyanet’in varlığını ve bu yeni fonksiyonunu güçlü biçimde onaylayan Türkçü, İslamcı ideolojik ittifak ve bunları destekleyen toplum kesiminin hala en büyük kısmının Diyanetten yana olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Çünkü Alevi toplumu eleştiriyor, Alevi olmamakla beraber sekülerizmi ciddiye alan kesimler eleştiriyor fakat iktidarları destekleyen kesimler için ve iktidarların yönettiği medya ve akademi dahil olmak üzere bu eleştiri söz konusu değil. Yani toplumun çok büyük bir kesiminin, belki %50’ye yakın bir nüfus bundan derin bir biçimde rahatsız. Fakat bu rahatsızlık bu durumu değiştirecek bir politik birlik anlamına da gelmiyor.
Politik sahne içerisinde de bununla mücadele arzusunun giderek zayıfladığını görüyoruz. Örneğin bu Türkçü, İslamcı iktidar yapısıyla mücadele etmek için dinselliği politik bir imkan olarak iktidarın yaptığı gibi kullanmaya çalışan muhalefetlerin çok önemli bir kısmı bu konuda çekingenler. Ve bunu kökten değiştirecek bir politik program Cumhuriyet Halk Partisi dahil o güçlü partilerin hiçbirinde yok.
“YARGININ DA ÜZERİNDE BİR GÜÇ”
-Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın iç içe geçen faaliyetlerini nasıl okumak gerekir?
Sadece milli eğitimle değil, aslında bütün bilgiye dayalı okuma yazma işlerini de ilgilendiren kamusal sahanın denetiminde de Diyanet çok güçlü bir role sahip. Örneğin artık Diyanete kitap toplatma ve yok etme yetkisi yasayla tanınmış durumda. Diyanet, bir kitabın toplatılıp yok edilmesini talep ettiğinde savcılar buna uymak mecburiyetindeler. Yani yargının da üzerinde bir güçten bahsediyoruz artık. Bunun en önemli örneği de biri İhsan Eliaçık’a ait olmak üzere Kur’an tefsirlerinin toplatılıp yakılma kararı oldu. Dolayısıyla eğer devletin onayladığı inanç dışında inançların toplumdan temizlenmesi hedefleniyor Diyanet de bunun için güçlendiriliyorsa toplumun duygu düşünce ve bilgilenmesini belirleyen milli eğitimin, yani bunu ilk, orta ve lise anlamında alalım; bunun devamını da oluşturan yüksek eğitim, öğretimin zaten Diyanet’in denetimine verilmesinin şaşırtıcı olmadığını görürüz. Dolayısıyla bugün sadece milli eğitim değil yargı da Diyanet’e karşı birçok bakımdan daha zayıf konumda. Teokrasi benzeri bir düzenleme derken kabaca bunu kastediyorum. Gerçek manada bir teokrasi, Osmanlı çağları boyunca da belki uygulanmadı. Çünkü Osmanlı’da da örfi hukuk, genellikle şerri hukukun üstündeydi. Kardeş katli bunun en önemli örneğidir. Şer’i Hukuk da hiçbir şekilde onaylanması mümkün olmayan bir normdur.
Osmanlı, bir teokrasi değil, dini kendi arzu ve çıkarları için ideolojik koçbaşı olarak kullanan bir imparatorluk formudur. Şu anda Türkiye’de olan da buna benzeyen bir şey. Ki hani mevcut iktidarın tanımlarını yapmaya çalışanların bir kısmı da bunu ‘Neo Osmanlıcı’ iktidar olarak tanımlıyor. Bu manada bir ‘Neo Osmanlıcı’ bir yapı içerisinde söyledikleriniz ne yazık ki şaşırtıcı değil.
“İNANÇ AŞILAMA FAALİYETİ”
-Diyanet ve laiklik bir arada olabilir mi?
Hayır. Bu fazla tartışılacak bir iş değil. Dinsel kurum ve kuruluşların örgütlenme, var olma hakkı ayrı bir mesele, bütün dinsel kurum ve kuruluşları bir dinsel anlayışa yönlendirecek şekilde kamu otoritesini kullanan bir varlık olması ayrı bir mesele. Dolayısıyla Diyanet gibi bir kurumun bulunması halinde bunu nasıl cilalarsınız cilalayın, nasıl makyaj yaparsınız yapın sekülerizmin prensibi ile uyuşacak bir yön bulamazsınız. Elbette dinsel grupların, diğer yurttaşların hak ve özgürlüklerine müdahale etme eğilimleri ve arzuları olduğu biliniyor ve bunun bir kamusal denetime tabi olması lazım. Suç varsa yargı mekanizmaları da var. Tehlike varsa asayiş mekanizmaları var ve elbette eğitimin içeriği konusunda da belli sınırlar getirilebilir, Fransız metodorisinde olduğu gibi. Ama kamu kendi yürüttüğü eğitim faaliyetleri dahil olmak üzere dinsel endoktrinasyondan yani inanç aşılama faaliyetinden köklü bir şekilde çekilmediği sürece laiklikle uyumlu bir yapı ortaya çıkmaz. Diyanet zaten tam da bunun tersi amaçla kurulmuştur. Laikliğin prensip olarak kabul edilmesinden önce toplumu, devletin onayladığı bir dinsel anlayışla yoğurmak; hani ‘tek dil, tek bayrak, tek devlet’in yanında aslında tek inanç da var. (Kaynak: PİRHA)