Dünyayı verelim çocuklara, / hiç değilse bir günlüğüne, / allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar. / Oynasınlar türküler söyleyerek, / yıldızların arasında.
Dünyayı çocuklara verelim, / kocaman bir elma gibi verelim, / sıcacık bir ekmek somunu gibi, / hiç değilse bir günlüğüne doysunlar… (Nazım Hikmet)
Yaşamın halinden sıkıldığımızda, kendi geleceğimize sığınmaya çalışırız: Gelecek çocuk, demektir. Çocuklarımızın bize kıs kıs gülmesi, geleceğimizin oyuncağı olduğumuzu kanıtlar. Artık çocuklarımıza bile çoğunluk, kendimizi uyutacak ninniler söylemeye başlarız.
Küçükler, büyüklere sorun olmaya başladığında onlar olanaksızı ister, ana-baba olanağında oynar. Yaşamın halinden sıkıldığımızda ya kendi içimize ya da kendi geleceğimize sığınırız: Gelecek de içimiz de bizim çocuk yanımızdır ve bizim başka sığınağımız yok gibidir. Tedirgin olduğumuzda, sık sık bu sığınağa koşarız.
Demek ki çocuk yanımız, yaşanmışa ya da yaşanacağa duyulan bir aşktır.
Gelecek, yaşanan hali izleyen bir zaman dilimi olarak algılanırsa sır olup çıkar ve ütopya bu sırdan üretilir; sır sır olarak kaldığı sürece, ilişkimiz aydınlık demektir. Ama eğer gelecek bugün başımıza gelenlerden başka bir şey olmayacaksa gelecek sır olmaktan çıkar; geri dönüp şimdiye sarkar ve yakamıza yapışır. Çocuklarımız yakamıza yapıştı mı bir kere, çağın yangınından kendimizi kurtaramayız.
Günümüzde öyle mi ya? Aileler, küçük bir devlet; her biri tek-tipleştirme uzmanı: Çocuklar daha bebekken, bugüne musallat geleceğe bir bakıma çivilenir. Yabancılaşma batağında debelenen büyükler, çocuklarında kendilerini gördüklerinde, dünün geleceği bugüne çivilenmiş hallerini görüp irkilirler.
Yurttaş olarak ana-baba, hak kimliği olmaktan çok görev kimliği olduğu için her çocuk, korku ve görev duygusunun toplamı olarak yaşamda gezinir. (1) Sonuçta ahlakın bedelini, beden ya da çocuklar öder. Beden, sözcüklerle kandırılamaz; itaat da sevgi doğurmaz: Yetişkin insanın yazgısı, daha çocuk yaşlarda bedenine yazılır; bu yazgının yazarları, anne-babalardır.
İçimizdeki çocuk, gerçeği dile getirdiğinde hırpalanmayacağını-örselenmeyeceğini bilmelidir. Çocuklarımız bugün, bizlere duyduğu bağlılığın bedelini ağır hastalıklar, erken ölüm ya da intihar ile ödüyorlar. Çocukların büyüklere duyduğu bu hastalıklı sevgi, kendimize yarar üretmeyi engelleyen bir zehir olup çıkıyor. Çocukluk döneminde yaşadıkları acılara dair gerçeği gizleme çabası, bedenlerinde saklı bilgiyle çelişiyor.
Her insanın içinde bir çocuk saklıdır: O çocuğun sesine kulak vermek ve gerçekleri onun gözüyle sorgulamak olmalı büyüklerin amacı; çocuklarının anısıyla geleceğe koşmak isteyen bir özlem varlığı olmak ve özlem tasarımı ütopyayı kurmak. (2)
Tersi davranırsak eğer, gün gelir çocuklarımız bizi hançerler: “İnsan, kendini çocukluğuna borçludur. Çocukluk insanın gelecek tasarımında hep çok önemli bir rol oynamıştır. Sonra bir zaman gelir, çocukluk unutulur gibi olur ama hiç umulmadık bir zamanda, hiç de hesapta olmayan bir mekânda ya da kişide, nesnede birdenbire kendini bir bıçak darbesi gibi hatırlatır ve borcunu ister.” (3) Bu nedenle büyükler, içindeki çocuktan korkarlar.
Böylesi bir sonla karşılaşmamak için çocuklarımızı bize değil, kendimizi çocuklarımıza taşıyacağız: Çocuklarımız tarafından okşandığımızda yaşama gebe kalacağız-yaşam doğuracağız, diye haykıracağız. Ve bunu, cehalet kendi dölünden nefret edene değin yapacağız. Sonunda öleceksek de yaşama yaşam vermek için öleceğiz.
Çocuklarımızla buluştuğumuzda, kendi öncemiz hakkında bilgi sahibi olmaya başlarız: Geçmişimiz bize yansır; geçmişimize bir pencerenin açılmış olduğunu görürüz. Artık, dünya şuradan-buradan rastlantısal olarak fırlatılmış nesnelerden oluşan bir yığın olmaktan çıkar; her şey anlam kazanıp çözülüverir.
Öyleyse çocuklarımız uykumuzun kapısını çalsın; dürtsün, dürtsün de uyandırsın bizi. Doğamıza ihanet etmeyelim; kollarına alsın bizi doğamız, gözlerimize görmeyi, kulaklarımıza duymayı, en önemlisi ütopya kurmayı öğretsin. “Ütopya, çocuksu bir akılcılıkla dinden bağımsızlaşmış bir meleklik karışımıdır.” (4) bir bakıma:
Çocuklarımız içimizdeki büyüktür, özdeyişi bunun kanıtı durumundadır. Dünyayı güzelleştiren düşleri kuranlar, içimizdeki büyük durumunda bulunan işte bu çocuklarımızdır. Çocuklarımızla kucaklaştığımızda, zamanın tersine çevrilmezliğine başkaldırırız; atalarımıza taşırız kendimizi, çünkü uzak geçmişe, yakın geçmiş olan çocuklarımızla buluşmadan gidilemez. Böylece geçmişi yakalayarak geleceği kurma olanağını elde etmiş oluruz.
Terzi de bardağa girdi, özdeyişinin öyküsünü hatırlarsınız: Bağdat’ta Mezarlığa açılan kapının yakınında bir terzi varmış. Dükkânında da bir bardağı varmış, çiviye asılı. Her ölü geçtiğinde yerden bir taş alır ve bardağa atarmış. Her ay attığı taşları sayar, Bağdat’ta ayda kaç kişinin öldüğünü hesaplarmış. Terzi bunu sanat edinmiş. Gel zaman git zaman terziye de vade gelmiş, ölmüş. Birinin terziye işi düşmüş, dükkânın kapalı olduğunu görünce komşusuna terzinin nereye gittiğini sormuş. Komşusu, -Terzi de bardağa girdi, demiş. Ölü geçtikçe bardağa bir taş bırakırdı; zaman onun taşını da bardağa bıraktı, diye sürdürmüş sözlerini.
Terzi gibi bizler de ecel bardağına girmeden, canlı-cansız her şeyin defterine gerekli kayıtları düşelim; düşelim ki çocuklarımız okusun. Çocuklarımızın okumasını sağlayamazsak eğer sesler, renkler ve tatlar bize kör bakar: Yarını dünün sözcükleriyle anlatmaya kalkarız; canımıza verimli birer beden olamayız.
Geçmişten geçilmeyen mekânlara şimdiyi sığdırmak gerçekten zordur: Şimdiki zamanı büyükler işgal ettiği için çocukların gerçeği ya biraz geriye çekildi ya da biraz öteye atıldı.
Bedenlerimiz yaşadıkları çocukluklarını, etten hafızalarına yazarlar: Bedende yazılanları okuyamazsak eğer, çocuklukta yaşadığımız acıları inkâr etmiş oluruz. Acı inkâr edildi mi bir kere geleceği kurmak zorlaşır; seçeneksiz, şimdiyi tekrara soyunuruz; bu da ölüm demektir.
Demek ki şimdiyi terk etmeden, çocuklarımızı düşünemeyeceğiz ve çocuklarımızla kucaklaşamayacağız. Ömrümüz içimizdeki çocuğu aramakla geçsin, seslendiğinde onu hırpalamayacağımıza söz verelim de bizimle kucaklaşsın.
Çocuklar, düş görmez, düş çalışır; onlar düşün emekçileridir. Şimdi dediğimiz zaman ve bu zamanın tanımladığı yer büyükler tarafından işgal edildiği için, düş yolcusu çocuklar, bu işgali kırar ve düşsel bir seyahate çıkar.
Çocuklar, kurdukları düşle, büyüklerin aklını ve sağduyusunu yıkıma uğratır: Yıkım, seyahati tetikler ve kuantum dünyasına göç başlar; artık çocuklar bir durumdan başka bir duruma, bir yerden başka bir yere ya da geçmişten geleceğe-gelecekten geçmişe hızla geçiş yaparlar; başka dünyalara uçururlar kendilerini.
Bu nedenle çocuk edebiyatı, kuantum dünyasından yaşadığımız dünyaya bir bakıştır ve bir sorgulamadır bir bakıma.
Çocuk edebiyatında ve bu edebiyatın anlattığı seyahatte, büyülü bir özgürlük vardır: Çocukları, bu özgürlüğünden çekip aldığımızda, büyüklerin aklı ve sağduyusu saldırıya geçer, oyun biter, umutlar söner, mutsuzluk doğuma hazırlanır.
Anlayalım artık; çocukların düş gücü, büyüklere bir armağan. Bu armağanla buluşmak için, çocukların düş yolculuğuna katılmak ve bu yolculuğu paylaşmak zorundayız.
Zamanı gelecek, şimdi ve geçmiş, diye parçalara ayıramazsak eğer çocuklarımız, sisler içinden onları çağıracağımız günü bekleyecekler. Gün uzamasın, diyorum. Çocuklarımızca terbiye edilmenin zamanı geldi de geçti bile, diye haykırıyorum.
Kaynakça:
(1) “Çocukluklarında suistimal edilen çocuklar, gerçek duygularını muazzam bir şekilde bastırarak ve onlardan uzaklaşarak Dördüncü Emre uymaya kalkışabilirler. Anne ve babalarını sevemezler ve onlara hürmet edemezler çünkü bilinç dışında hâlâ onlardan korkuyorlardır…, ne kadar isteseler de rahat ve güvene dayalı bir ilişki kuramazlar. Onun yerine gerçekleşen şey hastalıklı bir bağlanma, pek de gerçek sevgi olmayan, korku ve görev duygusunun karışımıdır, bir görüntüden ibarettir…, ahlakın bedelini beden öder…., sonunda bireyler.., kabullenemedikleri duyguları çocuklarına yansıtarak faturayı onlara ödetirler.”(Miller, Alice; Beden Asla Yalan Söylemez/ Üzerini Örttüğümüz Her Şeyin Altında Kalırız-Çev.: Cihan Dansuk-; OkuyanUs; İstanbul- 2014; s, 12-13)
(2) “Adorno, ütopya ve oyun ilişkisine vurgu yaptığı Oyuncakçı Dükkânı başlıklı yazısında, beden ve algı ilişkisi üzerinden konuya açıklık getirmeye çalışmıştır…. Modern bireyin, seyredilen dünyadan sıkılması ve …, nesnel rolüne tepki vermesidir. Kurtuluşun çözümü ise şeylerin ancak mülkiyetten arındırıldıklarında daha anlamlı ve gerçekçi olacakları fikrinde yatmaktadır. İçinde yaşadığımız koşullar içinde, aslında bunun ne kadar imkânsız olduğunun bilinciyle kurtuluşunun yegane temsilcisi çocuklarda var olan soluk kesici çeşitlilik yanılsamasıdır…. Çocukların bu süreçte geliştirdiği yegâne savunma araçları ise oyundur. Oyun, ütopyanın yaşadığı nihai yerdir böylece. Çocuğun şaşmaz gözü, eşdeğer biçimin tuhaflığını hemen görür ve şaşkınlığa kapılır. Böylece ancak yalnızca çocuk, amaçsız etkinliği içinde her şeyi ters yüz eden bir atlatmayla mübadele değerine karşı, kullanım değerinin yanında olabilir… Başka bir paradoks da oyunların gerçek dışılığının, gerçekliğin de henüz gerçek olmadığının işareti oluşudur. Yaşamın bilinçsiz provalarıdır oyunlar.” (Tandaçgüneş, Nilnur; Ütopya/Antikçağ’dan Günümüze ‘Mutluluk Vaadi’; Ayrıntı Yayınları; İstanbul- 2013; s, 246-247) : Adorno’nun yorumu son derece önemli: Bilinçli provalardan nefret etmeden oyun oynayamayız, ütopyaya geleceğimizi kurma olanağını veremeyiz.
(3) Parıltı Abidin; İsyan Ettiği Her Şeye Tutsak Olmak/Alexandre Jardin’in Küçük Vahşi adlı romanının yayımlanması üzerine; Radikal Kitap, 11 Mayıs 2012; s, 4
(4) Cioran, E.M.; Tarih ve Ütopya-Çev.: Haldun Bayrı-Metis Yayınları; Üçüncü Basım, İstanbul- 2013; s, 87