Akademinin bilginin özel formlarda üretildiği yer olduğuna vurgu yapan Acar, “Aslında herkes kendisi ve hayat hakkında bilgi üretir. Bu da onların hakkıdır. Bu şekilde bilgi üretim sürecinde akademi dışında herkesin katılımı hayatın bilgisini çoğullaştırır ve farklı bakışları görme şansımız olur. Herkesin bilgi üretimi sürecine katılması da aynı zamanda felsefi üretimin yaygınlaştırılmasına yardım eder. Bu şekilde herkesin düşündüğü ve felsefe yaptığı bir toplumda yaşama şansına erişiriz” dedi.
Akademisyen-çevirmen Hayrullah Acar, akademik çalışmalarına dair, “Fildişi kulelerinde oturanlara değil içinden geldiğimiz kendi halkımıza hizmet etmek için çabalıyoruz” diye belirtiyor.
Mardin Artuklu Üniversitesi Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim üyesi akademisyen-çevirmen Hayrullah Acar, “mektepli” Kürdologların yetişmesinde özverili çalışmalarıyla öne çıkıyor.
Tek Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü ve enstitüsü olarak hazımsızlıklarla yüz yüze kaldıklarını ifade eden Acar, akademik bir kurum olarak dönemin zıt siyasal kutupları arasında en büyük sıkıntıları çektiklerini belirterek, “Bu dönemde ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildik. Bizler her ne kadar işimizi yapsak ve kimselere yaranma gibi bir dert içinde olmasak da, kavga hep bizim sahamızdaydı. Biraz abartılı olabilir ancak her şeye rağmen Mardin Kürdoloji çalışmaları alanında dünyada önemli bir akademik çekim merkezi haline geldi. Şimdiye kadar 1500’ü aşkın tezsiz yüksek lisans öğrencisinin yanısıra 200’e yakın tezli yüksek lisans ve bir o kadar da lisans mezunu öğrenci yetiştirdik” dedi.
Eğitimci yazar Metin Aydın, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim üyesi akademisyen-çevirmen Hayrullah Acar ile akademik kariyeri, yazdığı kitapları, Mardin Artuklu Üniversitesi bünyesinde açılan “Yaşayan Diller Bölümü” serüveni, başka dillerden Kürtçeye kazandırdığı çeviri eserleri ve Kürt aydınları üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi.
Hayrullah Acar kimdir?
Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim üyesi akademisyen-çevirmen Hayrullah Acar, kendisini şöyle tanıtıyor: “Birçok Kürt gibi, doğduğumda zamanında nüfus kaydı yapılmadığı veya çeşitli nedenlerle ihmal edildiği için nüfus görevlilerinin inisiyatifleriyle verilen klasik bir doğum tarihine ben de sahibim: 1.1.1967. Bu tarihin ay ve günü zaten doğru değil, yılından da emin değilim. Muhtemelen bunun 1968 yılı olması lazım. Savur’a bağlı Sürgücü (Awîna)’da doğmuşum ve ilk çocukluğum burada geçmiş. Babamın vefatıyla verildiğim Mardin Çiftlik Yatılı Bölge Okulu’nda ilk ve ortaokulu okuyup, 1988 yılında liseyi Diyarbakır’da bitirdim. Aynı yıl sağlık memuru olarak Rize’ye atandım. 1989’da Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi bölümünü 3. yılında bırakarak, bu defa Ankara Üniversitesi DTCF Fars Dili ve Edebiyatı bölümünü 1996’da tamamladım. 1998 yılında Dicle Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri Bölümü’nde akademik kariyerime başladım. Burada yüksek lisansımı bitirdikten sonra yine Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde 2003yılında başladığım doktora eğitimimi 2008’de tamamlayarak tekrar Diyarbakır’a döndüm. 2010 yılında dönemin siyasal şartlarında ilk defa Mardin’de kurulan, Türkiye’de Yaşayan Diller Enstitüsü, ardından Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi olarak başladığım akademik kariyerime devam ediyorum. Evliyim ve üç kız çocuğu babasıyım.”
‘İsmini ilk duyduğum politik manada Kürt kişilik Şıvan Perwer’di’
Akademisyen-çevirmen Acar, Fars Dili ve Edebiyatından Kürt Dili ve Edebiyatına yönelişine ilişkin süreci şöyle özetliyor: “Farsçaya olan sempatim üniversitede bu bölümü seçmemde etkili oldu. Fakat içimde Kürtçeye karşı olan ilgi, zaman zaman küllense de sönmeden hep bir köz olarak var olageldi. Kendimi bildim bileli okumaya meraklı, kitapla haşırneşir biriyim. Kürtçe elime aldığım ilk kitap Cegerxwîn’in “Sewra Azadî” adlı divanıydı. Allah selamet versin, Diyarbakır’da okuduğum sağlık koleji ya birinci ya da ikinci sınıfında bir hocamızda görmüştüm. Esrar, eroin gibi saklıyordu kitabı. Yıl 1984; askeri cuntanın etkisi her tarafta kendisini hissettiriyordu. Bir arkadaşımız, güvendiği bir kırtasiyede eline geçen kopyanın kopyası, silik, yazıları zor okunan Kürtçe tek tük eserleri fotokopiyle çoğaltıp bize de bir nüshasını veriyordu. Kendi imkânlarımla okuyup anlamaya çalışıyordum. Aslında bu “uyanış”ın kökleri daha da eskiye dayanıyor. Yatılı okulda ismini ilk duyduğum politik manada Kürt kişilik Şıvan Perwer’di. Ayrıca, farkında olmadığımız bu kimliğimizi henüz ilkokul dördüncü sınıfta hakaret amacıyla bize öğrettiler! Sınıf öğretmenimizin hazır olmadığı bir günde, dersler boş geçmesin diye sınıfa giren öğretmen –kendisi dindar biri olmamasına rağmen- din dersinde hiç unutmam, birdenbire şöyle söze girdi: “Vatanını seven her insan Cennet’e girecek. Ben de vatanını, milletini seven biri olarak elbette cennet’e gireceğim. Fakat siz Kürtler bölücü olduğunuz ve bu vatanı sevmediğiniz için Cehennem’e gireceksiniz.” Şimdi bu yaştaki çocuklar bu meseleyi nasıl anlasın! Çocuk aklımla kendi kendime, “Tamam, biz her ne kadar Kürtçe konuşsak da zaten Türk değil miydik?” Demek ki biz Türk değilmişiz ve Kürdmüşüz. Daha sonra buna ilave olarak dışımızda esen kuvvetli sol politik ortamın etkisiyle çocuk olsak bile aidiyetimizi hatırlatan bu söylemlerin atmosferinde büyüdük.”
‘Nûbihar dergisi mektep görevi görüyordu’
Acar, yükseköğrenim yıllarına dair de anlatımını şöyle sürdürdü: “Dicle Üniversitesi’nde Fars Dili ve Edebiyatı’nda başladığım akademik hayatımın ilk yıllarında, alanımla ilgili çalışmaların yanında Kürtçe yazılar da yazar, Farsça ve Türkçeden Kürtçeye tercümeler yapar, o sırada 1992yılından beri çıkmakta olan Nûbihar dergisine gönderirdim. (Bu arada Nûbihar dergisinin hem benim üzerimde hem de bugün Kürt kültür hayatının farklı kesimlerinde eserleriyle yer alan yüzlerce kişinin yetişmesinde gerçek manada bir mektep görevini gördüğünü belirtmek lazım.) Mesai arkadaşlarım bu yayınları masamda gördüklerinde, “Yahu biz bunları evimizde bulundurmaktan korkuyoruz, sen üniversiteye getiriyorsun” diye takılıyorlardı. Bunları dile getirmemin amacı Kürdçe müktesebatımızın evveliyatını belirtmek içindi. Bu sırada yüksek lisans ve Ankara’da doktora eğitimini de bitirip tekrar Diyarbakır’a döndüğümde Mardin’deki oluşum yeni başlamıştı. Bu işi yüklenebilecek kadro arayışları devam ediyordu. Dicle Üniversitesinden değerli dostum Abdurrahman Adak ve Bilkent Üniversitesinde benim gibi doktorasını yeni bitiren Selim Temo arkadaşımızın çağrılarıyla üçüncü kişi olarak Mardin’e geçtim. Daha sonra yine Dicle’den rahmetli Kadri Yıldırım hocayı da Mardin’e gelmeye ikna ederek ilk çekirdek sayımızı dörde çıkardık. Tabi bu oluşumun kuruluşunda birinci derecede rol oynayan ilk Rektörümüz Serdar Bedii Omay’ın değerli çabasını en başta belirtmek lazım.”
‘Tek Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü ve enstitüsü olarak hazımsızlıklarla yüz yüze geldik’
Akademisyen Acar, Mardin Artuklu Üniversitesi bünyesindeki dil çalışmalarına dair deneyimlerini ise şöyle aktardı: “Mardin Artuklu Üniversitesi bünyesinde 2010 yılında kurulan Yaşayan Diller Enstitüsü, dönemin ülke siyasetine hâkim olan demokratikleşme ruhuna paralel olarak bu dönemin en somut adımlarından biri olarak kuruldu. Ardından yine bu enstitü kadar önemli, Edebiyat fakültesi bünyesinde Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü de kurularak ilk defa üniversite seçme sınavıyla bölüme öğrenci alındı. Dünyanın dört bir yanından, alanında başarılı olmuş seçkin bir akademik kadroyla lehte ve aleyhte gündemi sürekli meşgul eden bir kurum olduk. Ülkedeki yüzlerce üniversitede var olan yine yüzlerce Türkoloji ve diğer dillere ait akademik birimlerin yanında, kurulan tek Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü ve enstitüsü olarak hazımsızlıklarla yüz yüze geldik. Yani, akademik bir kurum olarak dönemin zıt siyasal kutupları arasında en büyük sıkıntıları biz çektik. Anlayacağınız bu dönemde ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabildik. Bizler her ne kadar işimizi yapsak ve kimselere yaranma gibi bir dert içinde olmasak da, kavga hep bizim sahamızdaydı. Biraz abartılı olabilir ancak her şeye rağmen Mardin Kürdoloji çalışmaları alanında dünyada önemli bir akademik çekim merkezi haline geldi. Şimdiye kadar 1500’ü aşkın tezsiz yüksek lisans öğrencisinin yanısıra 200’e yakın tezli yüksek lisans ve bir o kadar da lisans mezunu öğrenci yetiştirdik. Bizden sonra diğer üniversitelerde açılan bölümlerden de çok sayıda öğrenci yetiştirildi.”
İhraçlardan dolayı akademik kadro yarıya indi
Yaşayan Diller Enstitüsü bünyesindeki çalışmaların Kürt yazın dünyasına katkılarını ise Avar, şöyle değerlendirdi: “Bu durum yazarından okuyucusuna ve yayıncısına kadar Kürtçe üzerindeki ölü toprağının atılması ve her alanda yüzlerce Kürtçe eserlerin üretilmesinin yolunu açtı. Mardin bu gelişimin en önemli merkezlerinden biri oldu. Fakat maalesef bu bahar havası aynı aşk ve şevkle devam etmedi. Dışımızdaki değişim ve demokratikleşmeye karşı olan mutaassıp hava ile sürecin hep böyle devam edeceğini düşünüp, bu baş döndürücü ilgiyle farklı gündemlere kapılıp giden dönemin üniversite yönetimi bu heyecanın kısa süreli olmasına sebebiyet verdi. Bugün akademik kadrolarımızın yarıdan fazlası ihraçlar ve sözleşmelerinin yenilenmemesi yoluyla azalmış durumdadır. Mezun ettiğimiz yüzlerce öğrencimiz ihtiyaç olmasına rağmen kadrosuz bırakılmaktadır. Fakat her şeye rağmen bu akademik süreç devam etmektedir.”
‘Akademi hegemonya içerir’
Acar, akademiye bakışını ve akademik kimliğinin oluşum, gelişim sürecini ise şu sözlerle ifade etti: “Akademi bilginin özel formlarda üretildiği yerdir. Aslında herkes kendisi ve hayat hakkında bilgi üretir. Bu da onların hakkıdır. Bu şekilde bilgi üretim sürecinde akademi dışında herkesin katılımı hayatın bilgisini çoğullaştırır ve farklı bakışları görme şansımız olur. Herkesin bilgi üretimi sürecine katılması da aynı zamanda felsefi üretimin yaygınlaştırılmasına yardım eder. Bu şekilde herkesin düşündüğü ve felsefe yaptığı bir toplumda yaşama şansına erişiriz. Oysa akademi bilgiyi belli formlarda üreterek bilgi üretim sürecinde tekel kurar. Bu bakımdan akademi hegemonya içerir. Genellikle fildişi kulelerinde oturanlara hizmet eder. Bu nedenle akademinin içine yerleşen herkesin “hizmetkâr” olma riski yüksektir. Bundan kurtulmanın yolu da eleştirel yaklaşımlarla hegemonyadan kurtulmaktır. Bizim de çabamız bu yöndedir. Fildişi kulelerinde oturanlara değil içinden geldiğimiz kendi halkımıza hizmet etmek için çabalıyoruz.”
‘İrfan, modern iktidarların dar dünyalarına sığmaz’
Akademik birikimin zamanla oluştuğuna vurgu yapan Acar, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Akademik perspektif her ne kadar önemli ölçüde lisansüstü programlarda şekillense de aslında hayat boyu birikerek oluşur. Üniversiter sistem içinde sağlık bilimlerinden dil bilimlerine uzanan yolculuğumda elbette birçok unsur almışımdır. Bununla birlikte bugün bulunduğum akademik konum itibariyle tamamen onlarla değil, aynı zamanda onlara rağmen de bazı unsurlar kattığımı görmekteyim. Kuşkusuz bunun önemli bir sebebi beslendiğim kaynakların akademiyanın dışına taşmasıdır. Doğu dillerini okumak irfanı okumaktır. Mevlana’yı, Hafız’ı, Xanî’yi, Melayê Ciziri’yi okumaktır. İrfan iktidara değil sadece hakikate mutidir. İrfan, modern iktidarların dar dünyalarına sığmaz. Hakikat deryalarında gezinir. Bu da kaçınılmaz olarak daha eleştirel bir perspektife sahip olmanıza neden olur. Yine yok sayılmış, itibarsızlaştırılmış ve ölüme mahkum edilmiş dilleri ve kültürleri çalışmak, onların varolma direnişlerine eşlik etmek akademik perspektifimizi belirliyor. Diğer branşlarda olduğu gibi Kürdoloji çalışmalarında da belirli bir alanda yoğunlaşmak, derinleşmek kişiyi daha derinlikli ve özellikli çalışmalara sevk edecektir.”
“Mektepli” Kürdologlar yetişiyor
Çekirdek kadroda yer alan Kürdologların akademik eğitimden yoksun olmalarına karşın Kürdoloji alanında verilen eğitimlerin mektepli Kürdologların yetişmesine zemin sunduğuna değinen Acar, şunları söyledi: “Türkiye üniversitelerinin bazılarında Kürdoloji alanında lisansüstü eğitim veren enstitülerin eğitime başlaması “mektepli” Kürdologların yetişmesinin yolunu açtı. Hani meşhur “Memlekette Oxford vardı da biz mi okumadık” söylemiyle bakılacak olursa; bugün Türkiye’de Kürdoloji bölümlerinin kuruluşunda yer alan çekirdek akademisyenlerin hiçbiri akademik manada formel bir Kürdoloji eğitimi almadı. Çünkü böyle bir kurum yoktu. Bahsettiğim kadronun tümü akademik kariyerlerini farklı disiplinlerde yaptılar. Bu akademisyenlerin memlekette Kürtçe yazıp çizmenin yasak olduğu dönemlerde bu alanda yazıp çizdikleriyle geniş bir müktesebat ortaya koymaları kendilerini “alaylı” kılan en temel özelliklerdir. Ama şimdi yavaş da olsa durum değişiyor. Kürt Dili ve Edebiyatı lisansını bitiren bir öğrenci aynı alanda yüksek lisansını ve doktorasını bitirip alanında uzmanlaşabiliyor. Bu şekilde eğitimlerini tamamlayan öğrencilerimizin sayısı gün geçtikçe artıyor. İşte size “mektepli” Kürdologlar. Gerçi bahsettiğim ilk nesil olan bizler her ne kadar farklı disiplinlerden geldiysek de doktora sonrası akademik derecelerimizi Kürdoloji alanında elde ederek akademik olarak Türkiye’de saff-ı evvelde (ilk safta) yer aldık. Yoğunlaşma meselesine gelirsek, bizim neslimiz yasaklı dönemde hangi konularda fahri olarak çalıştılarsa bu gün de resmi olarak aynı alanda çalışmalarına devam ediyorlar. Bu çerçevede ben de doğu dilleri/fars dili geçmişim itibariyle çalışmalarımı klasik Kürt edebiyatı tarihi, klasik metinler şerhi alanında yoğunlaştırmaya çalışıyorum. Ayrıca Kürt basın tarihi de ilgilenmeye çalıştığım diğer bir konu.”
‘Mevlana’nın etkisi yalnızca bir ulusla veya etnik bir kimlikle sınırlı kalmadı’
Akademisyen Acar, kitap çalışmalarına dair de şunları ifade etti: “MEB için Ortaöğretim Kürtçe Seçmeli Ders Kitabı olarak komisyon halinde hazırladığımız ve okullarda ders kitabı olarak okutulan 3 kitabın haricinde şimdiye kadar yayınlanmış dört kitabım mevcuttur. İlk kitabım, XIV. yüzyılda Azerbaycan / Şirvanşahlar döneminde yaşamış İbrahim bin Muhammedadlı bir yazar tarafından devlet yöneticilerine devlet yönetim felsefesi ile ilgili tavsiyelerde bulunan ve İslami edebiyat literatüründe Siyasetname/Nasihatname olarak yer alan doktora çalışmam, “Devlet ve İnsan Siyasetin İlkeleri, Yöneticilerin Vasıfları Adabu’l-Hilafe ve Esbabu’l-Hisafe” adıyla Büyüyenay yayınları arasında yayınlandı. İkinci kitap iseKürtçede çok dilli sözlük çalışmalarına mütevazi bir giriş mahiyetindeki ortak bir çalışmayla hazırladık… Hint-Avrupa dil ailesinden olan Kürtçe-Farsça-İngilizce dilleri arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları göstermek ve öğrenmeye yardımcı olmak amacıyla hazırladığımız kitabımız “Ferhanga Pirzimanî”, 2011 yılında Nûbihar yayınlarından okuyucu ile buluştu. Üçüncü kitap, Klasik Kürt edebiyatıyla ilgili son yıllardaki en büyük edebi keşiflerden biri sayılması gereken çalışma “Dîwana Şêx Ehmedê Feqîr”, 18. Yüzyılda Botan/Cizre Beyliği döneminde yaşamış ve varlığından Dîvan’ı yoluyla haberdar olduğumuz mutasavvıf ve âlim bir kişilik olan Şêx Ahmedê Feqîr adlı bir şairin eseridir. Divanın yer aldığı yegâne el yazma nüsha ne mutlu ki şairin aile kütüphanesinde başına bir şey gelmeden günümüze kadar ulaşmış. Bu Divan klasik Kürt edebiyatında bir kaç özelliğinden dolayı büyük bir kıymete sahiptir. Eser, Klasik Kürt edebiyatında Melayê Cizîrî ve Pertew Begê Hekkarî’nin divanlarından sonra mürettep divan kategorisinde günümüze ulaşan üçüncü divan olma özelliğine sahiptir. Yine, klasik Kürt edebiyatında bu eser müellif hattıyla günümüze ulaşan tek eserdir. Kürt edebiyatı için eşsiz bir hazine hüviyetindeki eserin Nûbihar yayınlarından çıkan baskısı bitmiş olmasına rağmen hakettiği ilgiyi gördüğünü düşünmüyorum. Son kitabımsa, 2021 Kasım ayında, yine Nûbihar Yayınları’ndan yayınlanan “Eşqname – 100 Xezelên Bijartî Yên Mewlana” isimli eserimizdir. Miladi 13. Yüzyılda yaşamış İranlı büyük şair ve mutasavvıf Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin Divan-i Kebir ya da Divan-ı Şems-i Tebrizi adıyla da bilinen ve elli bin beyti aşkın muazzam eserinden tadımlık diyebileceğimiz 100 gazelinin manzum çevirisini içermektedir. Mevlana’nın etkisi yalnızca bir ulusla veya etnik bir kimlikle sınırlı kalmayarak, pek çok farklı milletlere ve coğrafyalara ulaştı. Eserleri dünya çapında onlarca dile çevrildi. Bu muazzam eseri Kürtçeye bir güldeste ile de olsa kazandırma motivasyonu ile yazdığımız eserinbaşında Mevlana’nın hayatı, eserleri, fikirleri ve poetik yönünü irdeleyen bölümle beraber, son kısımda şairin diğer bir klasiği olan Mesnevi’sinden ve rubailerinden seçmeler de yer almaktadır.”
‘Farsçadan Kürtçeye çeviri az’
“Eşqname” kitabının Kürtçeye kazandırılma sürecine ve edebiyat çevrelerinin söz konusu esere yaklaşımına dair ise Acar, şunları söylüyor: “Bu kitabın ortaya çıkma fikri 2007-2008 yıllarına kadar geri gider. Doktora eğitimi döneminde DTCF’deki hocalarımız tarafından, değişik akademik ve kültürel etkinliklerin düzenlendiği Mevlana Araştırmaları Derneği adıyla bir dernek kurulmuştu. Dernekte her hafta Mevlana’nın Divan-ı Kebir’inden bir gazelin şerh edildiği bir program da vardı. Bu programda bazı hocalar işleyecekleri gazelin Farsça metniyle beraber Türkçe metnini bazıları nesren, bazıları da nazmen yazıp not kabilinden misafirlere veriyorlardı. O zaman bende de bu gazellerin Kürtçe manzum çevirilerini yapma fikri hâsıl oldu. İlk çevirdiğim gazeli “Bajarê Evînê / Aşk Şehri” adıyla Nûbihar’da yayımladım. O günden bu yana Nûbihar’ın her sayısında yayınladığım bir ya da iki gazel tercümesi, kitap teşkil edecek bir birikime ulaştı. İran klasiklerinden Kürtçeye yapılan çeşitli çeviriler olmakla beraber bunların sayısal olarak yeterli düzeyde olduğunu söyleyemeyiz. Dil itibarıyla akraba olduğumuz, ortak bir tarihi ve kültürel geçmişe sahip olduğumuz ve şairlerimizi dil ve kültürüyle büyük bir oranda etkilemiş bulunan Farsçadan Kürtçeye çok daha fazla tercümenin olması gerekirdi. Başlangıçtan günümüze kadar klasik tarzda eser vermiş pek çok Kürt şair, kendi ana dilinin yanı sıra Farsça ile de eserler kaleme almışlardır. Fakat Farsçadan Kürtçeye çevirilere baktığımızda bunun sayısının az olduğunu görmekteyiz. Son dönemlerde Mevlana’nın Mesnevisi, Hafız’ın Divanı, Sa’dî’nin Bostan ve Gülistan’ı, Şeyh Mahmud Şebüsteri’nin Gülşen-i Raz’ı, Hayyam’ın Rübaileri, Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ından Şeyh San’an hikâyesi gibi eserlerden bazen kısmen, bazen tamamen Kürtçeye farklı kişilerden tercümeler yapılmış olsa bile Mevlana’nın Dîvan-ı Kebir’inden yapılan bu seçki Kurmanci’de ilktir diyebiliriz.”
‘Çevirilerimle ilgili eleştirilerin yüzde 95’inden fazlası olumluydu’
Çevirinin zorluklarını ise Acar şu sözlerle değerlendirdi: “Gerçekten farklı bir dilden, dünya edebiyatının en seçkin metinlerinden biri olan ve Fars edebiyatının zirvesinde yer alan bu gazelleri, yine şiir tadı ve ahenginde Kürtçeye çevirmek benim için kolay olmadı. Bu işte ne kadar başarılı olduğumuzu elbette bu işin uzmanları ve okuyucular takdir edecektir. Çeviri sanatı konusunda kalem oynatan bu işin erbablarının da dile getirdiği gibi şiir çevirileri, çeviri bilim ve çeviri eylemi açısından aktarılması zor, kimi zaman da imkansız olarak değerlendirilmektedir. Aslında bunu iddia etmek gayet doğaldır, çünkü şiir zaten başlı başına gerçekleştirilmesi zor olan bir sanat ve eylemdir. Dolayısıyla zor olan bir eylemi aktarmak, hele hele manzum olarak bu işe yeltenmek doğal olarak kolay olmayacaktır. Zor olan, bunu çeviride ortaya çıkartmak ve hedef dile layıkıyla yansıtmaktır. Kitapla ilgili geri dönüşler henüz kitap piyasaya yeni girdiği için yeterli düzeyde değilse de, çevirilerimin Nûbihar’da yayınlamaya başladığı 2008’den bu yana pek çok kişiden çok olumlu tepkiler aldım. Halen almaya devam ediyorum. Bunları bir an önce kitap haline getirip yayınlamam için çok dostlardan teşvikler aldım. Çevirilerimle ilgili eleştirilerin yüzde 95’inden fazlası olumluydu. Komik gelecek ama bu süre zarfında klasik fars edebiyatına aşina dostlardan bazı şiirler için “istek”ler bile aldım. Olumlu yaklaşanların ortak tepkisi, “Bu çevirilerde çeviri kokusu gelmiyor. Okuyan, sanki şair bunları Kürtçe yazmış.” şeklindeydi. Kalem erbabı, kişiyi teşvik edecek, ona cesaret verecek olumlu eleştiriyi vermede çokça cimri davranıyor. Bu durum herkesin bir cenahta “mevzilendiği” Kürt mahallesinde daha da kötü. Çıkan bir eser“senden” değilse görmezden gelinir, değerlendirilmez ve yok sayılır. Genel bir durum olmakla beraber “kırk kişiyiz kırkımız da birbirimizi tanırız” diyebileceğimiz Kürt çevresinde bu durum daha da göze batıyor. Nihayetinde kendi kitabım için söyleyecek olursam eleştiriler olumluydu.”
‘Dilimizin tasasını çekecek etkili ve devamlı bir kurumumuz yok’
Kürt edebiyatında çeviri eserler konusunda ise Acar’ın değerlendirmeleri şöyle: “Cumhuriyetin ilk yıllarında dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel başkanlığında kurulan tercüme kurulunda doğudan batıya en temel klasikler Türkçeye kazandırıldı. Bu kurula başkanlık eden Nurullah Ataç’ın yanısıra Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Enver Ziya Karal, Halide Edip Adıvar, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Vedat Günyol’un da aralarında bulunduğu pek çok yazar, devlet tarafından istihdam edilerek söz konusu dünya klasiklerini tercüme işine koyuldular. Altı yıl içerisinde Eski Yunancadan tutun, Latinceden, Fransızca, Almanca, Rusça, İngilizce, Arapça ve Farsçadan 496 eseri Türkçeye kazandırdılar. Bu eserlerin okunmasını teşvik amacıyla çok cüzi bir fiyatla satışını sağladılar. Dilimizin tasasını çekecek etkili ve devamlı bir kurumumuzun olmaması bu ciddi ve külfetli işin bir avuç “hamiyetperver”in şahsi çabası ve becerisine mahkûm kaldığını söyleyebiliriz. Doğrusu bu çeviri konusu bir makale hatta bir kitap konusu olabilecek geniş bir boyuttadır. Fakat özet bir tablo ortaya koyacak olursak şunları söyleyebiliriz: Kürtçede çevirinin geçmişinden sistematik bir şekilde bahsetmek sadece başka dillerden Kürtçeye yapılan çevirileri değil, Kürtçeden de başka dillere -varsa- yapılanları da konuya dâhil etmeyi gerektiriyor. Burada mevzubahis olan başka dillerden Kürtçeye yapılan çeviriler olmakla birlikte ikincisiyle yani Kürtçeden başka dillere yapılan çevirilere de genel bir bilgi olarak burada yer vermek istiyorum. İbn-i Vahşiyye olarak bilinen ve miladi 10.yüzyılda Endülüs Emevileri döneminde yaşamış Keldani asıllı bilgin Ebubekir Ehmed b. ‘Elîb. Hersîya en Nibtî, Şewqu’l-Musteham fî Me’rîfetiRumûzi’l-Eqlam adlı eserinde Bağdat’ta bir lahid içerisinde bulduğu ve Kürtçe yazılmış 30 eserden iki tanesini insanlık yararına Arapçaya tercüme ettiğini beyan eder. Bu eserlerden bir tanesi; hurma tarımı ile alakalı Îflahu’l-Kermwe’n-Nexl; diğeri de yer altı sularını tespit yöntemleri ve bunu tarımda kullanmayı konu edinen Tesbîtu’l-Mîyah adlı eserler Kürtçeden başka dillere yapılan en eski tercümelerdir. Bir diğeri, Nazmî mahlaslı Aşık Osman Efendi tarafından1866 yılında Kürtçeden Türkçeye yapılan ilk Mem û Zîn çevirisinden bahsetmek lazım. Daha sonra aynı eserin iki farklı Türkçe tercümesinin daha olduğunu da belirtelim. Rusya’nın Erzurum konsolosu Alexandre Jaba, Molla Mahmudê Bazîdî’nin birçok eserini 1860’larda Kürtçeden Fransızcaya çevirmiştir. Nureddin Zaza Hawar dergisinde neşrettiği bazı hikayelerle beraber, 1968 yılında ölümünden bir yıl önce Mem û Zîn’i Fransızcaya çevirmiştir. Yine Mehmet Emin Bozarslan 1968’de aynı eseri Türkçeye çevirmiştir. Başka dillerden Kürtçeye yapılan tercümeler ise sadece edebi tercümelerden ibaret değil. Dini ve tarihi pek çok tercümeleri de bu kategoriye ekleyebiliriz. Bu gün Türkçe, Arapça ve Farsçadan tutun İngiliz ve Amerikan edebiyatına; Ermeniceden tutun Yunanca ve Süryaniceye kadar daha pek çok dilden Kürtçeye bir hayli eser tercüme edilmiştir ve edilmeye devam etmektedir. Güçlü bir kurum ve sponsordan mahrum, bu kadar tercümenin yapılması işte bu bahsettiğimiz hamiyetli insanların şahsi fedakârlıklarıyla gerçekleşmiştir.”
‘Çeviri kültürler arası ilişkiyi sağlıyor’
Çeviri eserlerin Kürt dilinin gelişimine etkilerini de Acar, şöyle değerlendiriyor: “Farklı sosyal ve kültürel yapılara sahip toplumların birbirlerini tanımalarının farklı yolları vardır. Çeviri faaliyeti kültürler arası ilişkiyi sağlayan bu yollardan biri olarak karşımıza çıkıyor. İlmi, teknik ve kültürel alanlardaki katkılarından dolayı, çeviri konusu, aşağı yukarı her medenî ülkede, üzerinde durulan edebî bir faaliyet türü olagelmiştir. Konuyu daha geniş çerçevede bir kültür öğesi olarak ele alanlara göre ise çeviri, “milletlerin uyanış devirlerine yaratıcılık kudretini veren” atılımcı bir çabadır. Bu noktada denilebilir ki eski Yunan uyanışının temelinde Anadolu, Fenike ve Mısır’dan yapılan çeviriler ne kadar etkili olmuşsa; İslâm uyanışının temelinde de Yunan, Nesturi ve Yakubî dil ve kültür havzasından Arap diline yapılan çevirilerin o kadar etkisi olmuştur. Halife Me’mun’un iktidarda olduğu Abbasilerin en parlak döneminde Bağdat’ta 830 yılında “Beytülhikme” adında bir tercüme okulunun kurulduğunu ve burada Yunanca ve Süryaniceden başta tıp, matematik ve felsefe alanlarında yüzlerce eserin Arapçaya tercüme edildiğini biliyoruz. Denilebilir ki farklı fikirlerin birbirine eklemlenerek ya da tabiri caizse birbirlerini dölleyerek yeni fikirler oluşturmasının temelinde yine çeviri faaliyeti bulunmaktadır. Kültürü ve medeniyeti ileri milletlerin düşünce, edebiyat ve sanat eserlerinin Kürtçeye çevrilmesiyle dilimiz ve kültürümüz gelişecek, bu tercümeler yoluyla okuyucular seçkin eserlerle yüz yüze getirilerek yazarların daha kaliteli eserler yazmaları sağlanarak, daha gelişmiş ve modern bir edebiyatın kurulmasının yolu açılmış olacaktır. Çünkü farklı toplumların değeri herkesçe kabul görmüş ölümsüz eserlerinin bilinmesi ve yaygınlaştırılması manasındaki tercüme hareketinin faydalarını inkâr etmek ya da küçük görmek mümkün değildir.”
‘Kürt dili kültürü ve edebiyatı ile ilgilenen çok değerli bir akademik kadromuz var’
Kürt dili üzerine çalışmalarının devam edeceğini ifade eden Acar, son olarak şunları kaydetti: “Öğrencilerimizi donanımlı yetiştirme yolunda imkânlarımız ölçüsünde elimizden geleni esirgemeyeceğiz. Kürt dili kültürü ve edebiyatı ile ilgilenen çok değerli bir akademik kadromuz var. Ve hep birlikte kendi işimizi yapmaya hevesli ve azimliyiz.”