Hallac-ı Mansur 858 yılında İran’da doğdu; çocukluğu ve ilk gençliği pamuk tarımı yapılan Vasit ile Tüster kentlerinde geçti ve baba mesleği hallaçlığı sürdürdü. İlk gençliğinin son yıllarında bağlandığı Sehl et-Tüsterî’yle Basra’ya gitti. Daha sonra Bağdat’a geçti; Amr el-Mekkî ve Cüneyd’in müritlerinde biri oldu.
Yakınları da ona düşmanlık yapmaya başladı: Kayın pederi, Hallac’ı kurnaz bir büyücü ve sefil bir kâfir olarak görmeye başladı. Bu arada ilk hac yolculuğuna çıktı ve Mekke’de bir yıl kaldı: Bu süre içinde katı bir züht yaşamı sürdürdü. Söylencesel anlatıma göre, Mekke’den Bağdat’a dönünce şeyhi Cüneyd’in kapısını çalar. Üstadı -Kim o? diye sorunca, aldığı yanıt -Ene’l-Hak, Ben Mutlak Hakikatim olur. “Bu cümle, tüm sûfi iddialarının en ünlüsü haline gelecektir. Aslında, bu söz Hallac’ın Kitabu’t-Tavâsîn adlı kitabının bir bölümünde geçer ve muhtemelen bu kaynaktan alınmıştır. Bu bölümde Hallac, Firavun ve İblis’le birlikte kendi iddiasını ele alır; Firavun, Kuran’a göre, ‘Ben sizin en yüce Rabbinizim’ (Sure 79:24), İblis de ‘Ben ondan (Âdem) hayırlıyım’ (Sure 7:12) demişti; Hallac’ın kendi iddiası ise ‘Ben Mutlak Hakikatim’ olmuştur. Bu sözler daha sonraki mutasavvıfların, Firavunun ‘Ben’i ile âşık mistiğin ‘Ben’i olmak üzere iki ayrı ‘ben’ hakkında derin düşüncelere dalmalarına neden olmuştur; çözümü ilâhî bir keşf ile verilmiştir: ‘Firavun yalnızca kendini görmüş ve Ben’i yitirmiş, Hallac ise Ben’i görmüş ve kendini yitirmişti’ (2), yani Mısır hükümdarının ‘Ben’i kâfirliğin, Hallac’ınki ise ilahi lütfun ifadesi olmuştur.” (3)
Cüneyd, eski müridi için kararını vermişti; onu temelsiz dini iddialar yaymakla suçladı. Cüneyd’in suçlamalarına ek olarak Amr el-Mekkî ve cemaatinin düşmanca tavırları yükselişe geçince Hallac başkentten ayrılmak zorunda kaldı. Ve beş yıl sürecek bir seyahate çıktı; ardından Horasan’a yerleşti. Halkla muhabbetleri etkili olunca kalplerin derinliklerinin hallacı anlamına gelen Hallac-ı Esrar unvanını alır.
Hallac-ı Mansur ikinci hac ziyaretine çıktı; anlatılanlara göre 400 müridi ona eşlik etti. Ziyaretin sonunda bir gemiye inerek Hindistan seyahatine başladı. Cücerat’tan Sind’e geçmiş, oradan ayrılarak Aşağı İndüs Vadisini dolaşır. Hindistan’ın kuzey sınırlarına, Horasan ve Türkistan’a uzanmış, sonunda Turfan’a ulaşmıştır. Seyahati sırasında, Kuzey Sind ve Multan’ı da yöneten Karmatilerle ilişkiler kurduğu için Bağdat hükümetinin kuşkularını üzerine çekmiştir. Siyasi ve dini zeminde muhalefeti tetiklediği kanısı yaygınlaşmaya başladı.
Kuşatma altına alındığını hisseden Mansur, bir kez daha hacca gider; iki yıl kalır. Dönüşte Bağdat’ta bir ev satın alır ve züht yaşamı sürdürmeye başlar. Züht yaşamı sürdürüyordu ama aynı zamanda, daha iyi bir yönetim ve daha adil vergilendirme için sesini yükseltmeye başlar. Halifenin yönetme gücünün neredeyse tükendiği bir dönemde bu düşünceler gerçekten çok tehlikeliydi. Hallac-ı Mansur’un tetiklediği manevi canlanmanın halk üzerindeki etkisinin toplumsal-siyasal yapı üzerinde karşılık bulacağından korkulmaya başladı. (4)
Mekke’de Arafat’ta, “kendisini herkesin aşağılamasını Tanrı’dan diledi. Bağdat’ta, ‘kendi cemaati uğruna lanetlenmiş olarak ölmek’ istediğini açıkça dile getirdi: ‘Ey Müslümanlar, beni Tanrı’dan kurtarınız.’, ‘Tanrı benim kanımı size helal etmiştir; beni öldürünüz!’ diye çağrıda bulunuyordu.” (5)
Hallac, 912 yılının sonunda, Sus kenti yakınlarında tutuklandı: Üç gün süreyle bir direğe bağlanıp teşhir edildi; ardından hapse atıldı. Bağlılarının önemli makamlarda bulunması, toplumsal bir kalkışmadan çekinilmesi nedeniyle hemen idam edilemedi: Irak’ın en yüksek hâkiminin baskıya dayanamayarak ölüm fermanını imzalamasıyla 26 Mart 922 yılında idam cezası infaz edilebildi. İdam gerekçesi, mucizeler göstermek, Tanrı’nın gücünü ele geçirip kötü amaçla kullanmak, Tanrı ile insan arasında aşk bağlantısı kurulabileceğini öne sürmesiydi.
Söylencesel anlatımlara göre, ayakları zincirli Hallac, idam yerine raks ederek ve tasavvufi sarhoşluğunu anlatan bir rubai okuyarak gitmiş; bu sırada halk onu taşlamaya başlamış, arkadaşı Şibli ise taş atmaya eli varmamış ve bir gül atmış. Hallac iç çekerek duruma tepkisini göstermiş: Niçin iç çektiği sorulunca, onlar (taşlayanlar) ne yaptıklarını bilmiyorlar onun için de mazurdurlar. Onun (Şibli’nin) yaptığı gücüme gitti. Zira o biliyor, bunu yapmamalıydı, demiştir.
Bu sahneyi halk unutmak istememiş ve kim bilir belki de yüzyıllar sonra Pir Sultan Abdal’ın ölüm sahnesine taşınmıştır. Öfkesini yenemez ve bir buyruk daha verir Hızır Paşa: Halkın, Pir Sultan’ı taşlamasını ister; taşlamayanların öldürüleceğini bildirir. Herkes bir taş alıp atar; ancak, bu taşlardan hiçbiri Pir Sultan’a dokunmaz. Halkın arasında bulunan ve Pir Sultan’ın musahibi olan Ali Baba, ne yapacağını bilemez. Ama, sonunda korkudan buyruğa uymak zorunda kalır. Ne var ki pirine taş atmaya eli varmaz; gizlice bir gül atar. Pir Sultan kendisine gül atan musahibini görür; çok üzülür ve acısını şöyle dile getirir:
Pir Sultan Abdal’ım göğe ağmaz,
Hak’tan emrolmazsa irahmet yağmaz,
Şu ellerin taşı hiç bana değmez,
İlle dostun gülü yaralar beni. (6)
Hallac’ın elleri ayakları kesilmiş, çarmıha gerilmiş ya da darağacına çekilmiştir. Güçlü olasılıkla Hıristiyan ikonografisinde çarmıha gerilmiş İsa betimiyle örtüşmesi uygun bulunmamış ve çarmıh yerine darağacı geçmiştir. Ardından boynu vurulmuş ve vücudu yakılarak külleri Dicle Nehri’ne savrulmuştur.
Yaşamı boyunca söylemi davranışlarıyla bu sonun hazırlığını yapmıştı Hallac: Öldürün beni ey sadık dostlarım; çünkü öldürülmemdedir benim hayatım, diye haykırmıyor muydu? İşte arzuladığı son gelip çatmıştı.
Etkisi, sağken olduğundan daha güçlü bir biçimde hissedilmeye başladı: Ezidilerin kutsal önderi Şeyh Adi’nin Dicle kıyılarına geldiği zaman diliminde bile, Hallac’ın dirilip geleceğini bekleyenlerin sayısı az değildi. (7)
Kanda dans ve semah
Bâtınîlikte kutsal dans, 900’lü yılların ikinci yarısında kurumlaşmış olmalı. Bu kurumlaşmada Hallac-ı Mansur’un zincirlenmiş durumda ölüme giderken yaptığı raks, belirleyici olmuştur. İnsan beyninin kolay kolay unutamayacağı biçimde katledilen Hallac-ı Mansur’un bu trajik sonu, sırrın günahının ve acı veren aşkın sırrının açıklanmasının simgesi durumuna gelmiştir. Attâr sezgiyle kucaklaşarak Hallac-ı Mansur’un sonunu bize şöyle aktarıyor:
“Katletmek üzere onu alıp götürdüler, çevresinde yüz bin kişi toplandı. Gözünü hepsinin üzerinde dolaştırarak, ‘Hak! Hak! Ene’l Hak!’ diyordu. Derler ki bu sırada dervişin birisi ona, ‘Aşk nedir?’ diye sordu. ‘Aşkın ne olduğunu bugün, yarın ve öbür gün göreceksin’ dedi. O gün katlettiler, ertesi gün ateşe atıp yaktılar. Üçüncü gün külünü rüzgâra verdiler…” (8)
Hallac-ı Mansur’un manevi özgürlüğün son adımı olarak algılanan kan içinde raksı ya da kanda dansı fena-beka deneyimi (9) olarak sûfi dünyaya taşınmıştır. Kan içinde raks ya da kanda dans sûfinin, evliyanın, ermişin ya da bilgenin miracı kabul edilmiştir. Miraç sürecinde, aşk acıya, acı kanda dansa, kanda dans sanata dönüşmüştür. Bu sanat icra edilmeden ibadet edilemeyeceği için acı ibadet olmuştur.
Hallac-ı Mansur’un trajik ölümüyle kurumlaşan kanda dans geleneğinden beslenen Alevilik, sanat üretmeden (semah) ve ürettiğin acıyı tüketmeden (semah dönmeden) ibadet yapışamayacağını hükme bağlamıştır. (10)
Bu gerçeklenişte ya da dışa vurumda, kutsal özleme bağlı olarak insanın sır yanında beliren üzüntü-acı, insan bedenini sallanmaya ve dönmeye zorlar. Anlaşılacağı gibi semah, ruhun-canın gıdası-yiyeceğidir: Canı-ruhu doğuma hazırlama kapsamında, kutsal sanatsal bir çaba içine giren yol eri, kendini kendinden kurtarmanın ayrımına vararak dans eder; günahlarını döker, ölmeden evvel ölerek, yani yaşarken dirilerek ölümsüzleşir: Tıpkı Hallac-ı Mansur gibi. Doğal olarak doğa da kendi denetimi dışına çıkar ve tüm evren semah döner. Hüdai’nin nefesi bunun kanıtı durumundadır:
Bütün evren semah döner, /Aşkından güneşler yanar, / Aslına ermektir hüner, /Beş vakitle avunmayız. Canımız cananımızdır, / Teni kendi tenimizdir, / Sevgi bizim dinimizdir, / Başka dine inanmayız.
Hakir görmeyiz insanı, / Cümlemizin birdir canı, / Şiir, müzik halk lisanı, / Çalar söyler usanmayız. Hüdai’yim hûdamız var, / Pir elinde bademiz var, / Muhabbetten gıdamız var, / Ölüm ölür biz ölmeyiz.
Semah, Alevi dinsel söylence ürünlerinin sanatsal biçimlendirilişidir; bu da Ortodoks dinde sonun başlangıcı ve din anlamında aşkın doğuma hazırlanmasıdır. Çünkü burada doğaüstü güçlerin insansal olarak biçimlendirilişi bu güçleri insansal kılmakta, öbür dünyaya ilişkin güçler olmaktan çıkarmaktadır. Demek ki semah, geleceği kuracak olan acı aracılığıyla mutluluk içgüdüsünü tatmin edebilmek için kendini söylence dünyasına taşıyan insanın özünün, görünüşlerinden ya da ortaya çıkışından başka bir şey değildir.
KAYNAKÇA
(1) Daha geniş bilgi için bkz.: Korkmaz, Esat; Enel Hak/ Kanda Dans; Demos Yayınları, İstanbul- 2017, s, 13-13 ve 86-93 arası
(2) İslamın Mistik Boyutları kitabının çevirisini yapan Ergun Kocabıyık’ın haklı olarak belirttiği gibi kaynağın Türkçe baskısında bu alıntılar biraz farklıdır: ‘Firavun bencilliğe düştü, sadece kendisini gördü ve bizi unuttu. Hüseyin Mansur ise sadece bizi gördü, kendisini yok etti’. (Schımmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları-Çev.: Ergun Kocabıyık-; Kabalcı Yayınevi, İstanbul- 2001; çevirenin notu, s, 77/ sayfa dibi)
(3) a.g.e; s, 77-78
(4) a.g.e; s, 75-88 arası
(5) Hallac-ı Mansur; Tavasin-Çev.: Yaşar Günenç-; Yaba Yayınları, 6. Baskı, İstanbul- 2012, Mansur’un Tanrılaşma ve Şeytanlaşma Serüveni/ Yaşar Günenç, s, 8
(6) Pehlivan, battal; Pir Sultan Abdal, Demos Yayınları, İstanbul- 2012, s, 204-205
(7) “Al-Hallâc, Bistamlı Bayazid ve Rabi’a gibi tipik Sufi kişilikleri, geleneksel Ezidi metinlerinde kahraman figürleri olarak yer almaktadır…. Sufi geleneğinde ‘gizem, kalbin en uçtaki kısmı’ anlamına gelen sır kelimesi, Ezidi metinlerinde genellikle Yedi Kutsal Varlığın üyelerinin gizemli doğası için kullanılırken, şeyh ve pîr gibi ifadeler de İslâm’da karşılığı olmayan ve soydan gelen ‘din adamları’ sınıfının üyeleri için kullanılmaktadır.” (Kreyenbroek, Philip G.; Ezidilik/ Arka Planı, Dinî Âdetleri ve Metinsel Geleneği-Çev.: Amed Gökçen/Damla Tanal-; İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul- 2014; s, 55)
(8) Aktaran: Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları-Çev.: Ergun Kocabıyık; Kabalcı Yayınevi, İstanbul- 2001; s, 75 ve 185
(9) Fena; sûfi gelenekte, simgesel anlamda, Tanrı’da yok olma; ötesinde, ben bilincinin tümüyle iptal edilmesi ya da nesne-özne ikileşmesi öncesindeki saf ve mutlak hakikatin birliği; diğer taraftan, yalnızca Tanrı’nın var olduğu, başka hiçbir şeyin olmadığı ana dönme deneyimini yaşama hali olarak bilince-inanca taşınır. Beka ise genelde bâtınîlikte, özelde Alevilikte simgesel anlamda, geçici evrenin karşıtı olan ölümsüz varlık alanı, ötesinde, insana özgü bütün niteliklerden ve ilişkilerden sıyrılarak tanrısal özde sürekli olarak kalma ya da Tanrı’da baki olma deneyimini yaşama hali olarak bilince-inanca taşınır. (Korkmaz, Esat; Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi, Beşinci Baskı; İstanbul- 2016; s, 127-128 ve 235)
(10) “Gerçek semâ aynı zamanda ‘kan içinde rakstır’, bu, zincirlenmiş bir halde darağacına giderken Hallac’ın raks ettiğine ilişkin menkıbeye bir göndermedir (…); manevi özgürlüğün son adımı çoğu kez zincire vurulmuş bir halde yapılan dans olarak tanımlanır…” (Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları-Çev.: Ergun Kocabıyık-; Kabalcı Yayınevi, İstanbul- 2001; s, 185)