Savaşı bol, ölümü çok, yarası derin günler yaşıyoruz. Acısız, dertsiz yaşama olanağı yok artık. Gökyüzüne bakıyoruz kan damlıyor, yere bakıyoruz kan lekesi. Ukrayna’yı düşünüyorum, talan edilen insanlık, yerinden ediliyor: Ne diyelim, ölüm halkın üzerine zimmetli.
Ülkeme bakıyorum, kara kara düşünüyorum: Halkların, barış içinde yaşaması ortak özlemimizdir. Ayrı dillerde, ayrı ezgilerde hep aynı özlemi dile getirdik, getireceğiz.
Toplumsal barışı kuralım
Çeşitlenemeyen ve kendisini çeşitliliğin “çoğulcu” yanıyla bütünleştiremeyen bir toplum olup çıktık. Böylesi koşulda “milliyetçilik ve onun çeşitleri” öne fırladığında kendisini “liberal, demokrat” ya da “sol” diye tanımlayan “siyaset” hızla “tükenmeye” başlar. Öyle değil mi? Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” dayatıyor: Bu “seçenek” dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da yalnızca başkalarını değil bizi de tahrip edecek bir “şiddet dilinin” içine taşınacağız. Seçenekleri yadsımak; Türklüğü-Kürtlüğü ya da herhangi bir etnik yapıyı “aşırı gelişmiş milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyoruz. Eğer “demokratik bir Türklüğün-Kürtlüğün vb’nin” yapılandırılması amacımızsa eğer hiç zaman yitirmeden “Ne mutlu Türküm” ile “Ne mutlu Ermeni’yim-Kürdüm-Kızılbaşım vb” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” kurmak zorundayız.
Etnik egemenliği kıralım
Milliyetçilik özünde “siyasal”dır; “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en kanlı” ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” kendini ifade etmek için kullandığı bir “araçtır” artık. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” etmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “doldurmak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. Örneğin, “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısı” belki de. Bu sloganın karşısına Hrant’ın cenaze töreninde on binler, “toplumsal dayanışmanın mayası” anlamında “Bugün hepimiz Ermeni’yiz” sloganını çıkarınca milliyetçiliğin “etnik-ırkçı” yüzünü bize gösteriverdi; “ortak yaşamı” kurmaya ilişkin hemen her türden tasarım, hukuki-politik söylem “uçtu gitti”.
Tarihimiz inkârlarla doludur
Unutmayalım ki Türkiye tarihi “inkârlarla” doludur: Her şeyden önce “toplumsal farklılıklar ve eşitsizlikler” yok sayılır. Daha baştan milletin, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” kabul edilmedi mi? Sonraları Türkeş, bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozaik” diyenlerin gözüne sokarak “mermer”e benzetmedi mi? Bu toprağın, ötesinde Alevilerin “sevdalısı” sosyal demokratlar ve onların lideri Baykal “mermeri betona” dönüştürmedi mi?
Şimdi bu betonun harcı “halkları bir halka çevirme” güdüsü içinde yoğruluyor.
Kendini “iç düşmanlardan” ayırarak oluşan ya da oluşturulan bir topluluk bilincine dayalı “bütünleşme” anlamına gelen bu çaba halkların varlığını kabul etmez, yani “çoğulculuğu” içermez; daha doğrusu “çoğulculaşma” olanağı yoktur. Toprak üzerinde-vatan üzerinde “azınlıklar” var olabilir ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı “kıyıda-köşede, belirsiz ve kırılgandır”: Görülmek istendiğinde ya da bir zorunluluk doğduğunda “şöyle bir bakılır”; “olağan zamanlarda” onlardan “sakınılır”. Türkiye’de milliyetçilik, “ötekini tümüyle dışarıda bırakan” kapalı bir topluluğa “yatarım” yapar; bu nedenle “ötekini kucaklayacak” hemen her şeyi “yok etmeye” çalışır. Bir de şöylesine “yanlış ama yaygın” bir kanı da vardır: Türkiye’de “kültürel bir milliyetçilik” vardır, “ırkçı bir milliyetçilik” olmamıştır. Bu savın “saçmalığını” anlayabilmek için geçmişin olaylarına bakmak ya da geçmiş olayların biçimlendirdiği günümüzün olaylarını irdelemek yeterlidir. “Sınıfsal yanı görülmeden ırkçılık anlaşılamaz”, yargısını ölçü alırsak çoğunlukla “cahil ve eğitimsiz kitle”ye bağlanan “ırkçılık” tehlikesi, sınıf egemenliğini “doğallaştıran” bir bakışı yansıtır. Eğri oturalım ama doğru konuşalım: Bugün “ırkçı milliyetçilik ideolojisinin asıl üreticileri”, bölünme tehlikesi karşısında Kürtlere, Alevilere her türlü şiddeti “mazur” gören eğitimli “orta sınıf” insanlarının olduğunu hiçbir zaman unutmayalım. Bu “orta sınıf eğitimli insanlar” ya iktidarlarının korunması ya da iktidar olabilmek için her türlü “ırkçı şiddete” gözlerini kaparlar. Yakın geçmişe değin cinayetin bir “faili” de yoktu; adı üstünde “faili meçhul” idi.
Çağrımızdır
Barışın düşüncesine, barışın diline ve bu düşünceyi, bu dili yaşama geçirecek tavra her zamankinden daha fazla gereksinmemiz var: Öyleyse estirilmek istenen milliyetçi rüzgâra karşı Anadolu halklarının kardeşliğini savunanlar olarak biz de varız demeyecek miyiz? Evet diyeceksek zaman yitirmeden harekete geçmeliyiz.
Esat Korkmaz