Aleviliğin dününü sağlıklı algılayabilmek için halk takviminin iyi bilinmesi gerekir. Halk takviminde yıl öncelikle soğuk-yarı ve sıcak-yarı olmak üzere ikiye ayrılır. Yılın soğuk yarısı, 8 Kasım’da başlar ve 179 gün boyunca devam eder; 21 Mart’ta, yani Nevruz’da (Newroz’da), doğanın doğum gününde son bulur.
Hızır: Geleceği kuracak olan umudumuzun işçisi
21 Aralık kışın başlangıcıdır. 21 Aralık’ta başlayıp 30 Ocak’ta sona eren 40 günlük süreye Büyük Çile (Erbain); 30 Ocak’ta başlayıp 20 Şubat’ta sona eren 20 günlük süreye Küçük Çile adı verilir.
Abıhayat içmiş ölümsüz bilge
Küçük Çile günleriyle birlikte Hızır erkânı başlar: Hızır, simgesel anlamda, doğuran doğanın doktorudur. Ötesinde kendisinden hırka giyilen, yani el alınan, abıhayattan içmiş ölümsüz mürşittir; bu kapsamda, ölümsüz olan kültürel yanımızı simgeler.
Sûfi gelenekte, yaşayan bir mürşit (öğretmen) dışında el alınan bir diğer kimlik de Hızır’dır. Kimi özel durumlarda Yol erenine hırka giydirir, yani el verir. Buna bir örnek olarak İbn Arabi (öl. 1240) hırkasını Hızır’dan aldığını söyleyenlerdendir.
Abıhayata gelince abıhayat; doğaya benzeme temelli başlangıç tasarımlarında, evrenin sırlarını bilme-kavrama gücüdür. Abıhayat içtiğine inanıldığı için Hızır, evrenin sırlarının taşıyıcısıdır.
Ölümsüzlük suyu anlamında abıhayat tasarımı kaynağını, ölümlü insanın ölümsüzleşmek, doğayı aşmak yani, doğanın verdiği kendi biyolojik yaşını aşan değerler üretme yönündeki evrensel özleminden alır. Bu özlem hemen hemen bütün halkların geçmişinde vardır: Özlem, halk bilgeliği alanında kimliklendirilerek güncele taşınmaya çalışılır. Bu taşınmada başat kimlik Hızır, önemli bir işleve sahiptir. Örneğin, ölümsüzlük suyu bağlamında Proto-Aryanlar, yani Zerdüşt öncesi topluluklar, kimliklendirme konusunda oldukça yetkin tasarımlar geliştirmişlerdir. Güney Rusya’nın soğuk, zaman zaman kurak doğa koşullarında yaşayan Proto-Aryanlar için su ve ateş son derece önemliydi. Bu önemi nedeniyle su ve ateş, birer tanrı olarak kimliklendirildi. Sözgelimi Su Tanrısı gücünü yitirirse, kuraklık olur, bitkiler, hayvanlar ve insanlar ölürdü. Su Tanrısı gücendirilmemeli, hoş tutulmalıydı; doğaya verdiği güç, sunulan adaklarla kendisine iade edilmeli, daha doğrusu gücü ona sık sık hatırlatılmalıydı. Aryanlar, homa içkisini, yasna adını verdikleri ilahilerin eşliğinde törenle suya dökerek, doğaya verdiği gücü Su Tanrısına iade ederlerdi. Homa, aynı adlı bitkinin özütüne süt katılarak elde edilen bir içkiydi; mistik sunumda ise tanrısal koruyucu ruhun, yeryüzüne inerek büründüğü kimlikti homa bitkisi. Yani Mithra sisteminin önemli tanrılarından biriydi. Bitkinin özütü, ruhun ölümsüzlüğünü sağlayan, dirilik suyuydu.
Eski Türk söylencelerinde de ölümsüzlük veren su (bengisu) inancı vardı. Bu inanç, Antikçağ Yunanlılarında da yaygındı: Akhilleus doğar doğmaz annesi tarafından styx suyuna batırılmış ve ölümsüz kılınmıştı.
Görüldüğü gibi insanlar söylencelerinde bile ölümsüzlüğün olanaksızlığını görmüş, insanda sürekli diri kalan yanı, şeyi aramaya koyulmuştur; bu da bâtıni felsefede, doğanın değil, insanın kendi yaratısı durumundaki ruhtan başka bir şey değildir.
Güncele taşınma konusunda daha diri kalan bir başka söylenceye bakalım. Nizami’nin İskendernamesi’nde, Ali Şir Nevai’nin Sedd-i İskenderi’sinde ve kimi mesnevilerde anlatıldığına göre; abıhayatı bulmak için İskender’in yaptığı yolculuğa Hızır da katılır. Ve şebçerağıyla ışık saçarak ona yol gösterir; önden gittiği için daha önce abıhayatı bulur ve bu sudan içerek ölümsüzlüğe kavuşur; haber vermek için işaret koyacağı sırada çeşme yok olur.
Abıhayat söylencesi, evrensel bir özlemi dile getirirken, aynı zamanda insanoğlunun hiçbir biçimde ölümsüzlük kazanamayacağını anlatır. Alevilik inancında ise abıhayat, tanrısal (doğasal) sırları kavrama gücü, bâtını anlayan sezgisel akıl ya da uyarıcıdan alınan bilgi olarak algılanır.
Sûfi gelenekte abıhayat, üzüm yaratılmadan önce keşfedilen, içildiğinde hastalıkları iyileştiren, körlerin gözünü, sağırların kulağını açan, insanı ebedi-ezeli amacına taşıyan simgesel kutsal esindir-bilgidir. (1)
Hace Bektaş Veli’nin Yardımcısı
Alevilik bir yanıyla tarihin uzak geçmişinde yaratılan ve geleceğe esin kaynağı olmak üzere gönüllerde yaşatılagelen halk bilgeliğidir. Bu halk bilgeliği kapsamında Hızır, Hace Bektaş Veli’inin birinci dereceden yardımcısı olarak tasarımlanır. Hace Bektaş Veli Vilâyetnamesi’ne kulak verelim:
“Hünkâr’a bir ikindi üzeri, güzel yüzlü, tatlı sözlü, Alevi saçlı, yeşil giysili bir aziz geldi. Boz donlu bir ata binmişti; Saru İsmail karşıladı, atını tuttu. O kişi teklifsizce doğru Kızılcahalvet’e yöneldi ve içeri girdi.
Saru İsmail, ‘Acaba bu atını tuttuğum er kim ola, şimdiye değin bunun gibi nurlu, güzel yüzlü ve heybetli bir er görmedim’, diye düşüncelere dalmıştı. O sırada halifelerden biri geldi; İsmail’e, ‘Tut şu atı’, dedi ve Kızılcahalvet’in kapısına vardı. O aziz kişinin, Hünkâr’ın karşısında oturmakta olduğunu gördü. Tam bu anda Hünkâr, ‘Ne yapalım Hızırım Ulu Tanrı seni bu işe koşmuş, Tanrı kullarını zordan kurtarman gerek; şu anda Karadeniz’de bir gemi batmak üzere, seni çağırıyorlar; sohbetine can atıyoruz ama ne çare; tez imdatlarına yetiş; Tanrı izin verirse yine şerefleniriz’, diyordu.
Hızır Peygamber hemen kalktı. Saru İsmail dışarıda atı tuttu. Hızır dışarı çıkınca İsmail Hızır’ın üzengisini öptü. Hızır atını sıçrattığı gibi at, bir adımını Sulucakarahöyük’ün üstüne bastı, öbür adımda güneşle birlikte dolunay oldu ve gözden yitti; yalnızca karşıdan nalının parıltısı göründü.
Saru İsmail, huzura varıp gördüğünü anlatarak, ‘Erenler Şahı, bu giden aziz kimdir?, diye sorunca Hünkâr, ‘Kardeşimiz Hızır Peygamber’dir. Karadeniz’de bir gemi batmak üzereydi, oraya imdada koştu; O’nun yürüyüşü böyledir’, dedi. Saru İsmail Hızır’ı gördüğüne çok sevindi. (2)
Özlemin Atlısı
Bu söylence somut olarak gerçekleşmiş bir olay değil, Anadolu halkının kendisini temsil eden bir kimliğe yüklediği ve özlemini-dileğini yaşama geçirmek üzere soyut olarak düzenlediği bir kurgudur, yani bir halk bilgeliği ürünüdür. Hace Bektaş Veli bu tasarımda, halkın yüzyıllar içinde yarattığı Hızır tapımından yararlanmaktadır.
Söylencede Hace Bektaş Veli’nin bireyüstü gücü anlamına gelen Hızır kimliği üzerinde biraz daha ayrıntılı duralım: Hızır özlemin atlısıdır bir bakıma. Anadolu halk inancında Hızır, ulu bir ermiş kabul edilir. Ölümsüzlük suyu içmiştir. Zaman zaman dünyaya gelip halkın arasına katılarak darda olanların yardımına koşar ve doğaya yeniden can verir.
Üzerinde çiçeklerden yapılan bir cübbesi bulunan, kırmızı pabuçlu, ak sakallı ve nur yüzlü bir yaşlı olarak betimlenir. Bastığı yerde güller, çiçekler açar; ekinler yeşerir; bülbüller ötmeye başlar. Elini sürdüğü kişi dertlerden, uğursuzluklardan ve hastalıklardan arınır; ömür boyu sürecek bir bolluğa kavuşur.
Hızır tapımı, hemen hemen tüm halkların söylencelerini süsleyen bir öğedir. Söylencenin çok özel bir yeri olduğu Alevilik inancında-kültüründe ise daha bir anlamlıdır.
Hızır, bir türlü gerçekleştirilemeyen isteklerin, dileklerin nesnelleşmesine, toplumsallaşmasına duyulan özlemlerin beslediği, giydirip kuşattığı; doğaüstü yetilerle belirgin bir düş varlığıdır, bir kurtarıcıdır. Söylence dünyasında oynanan kumarda, talih oyununda, bireyden yana tavır koyan, kimi kez onu kazandıran, onun dileğinin, özleminin gerçekleşmesini sağlayan kutlu kişidir. Bir anda yanlışı doğruya çevirebildiği gibi çirkini de güzelleştiriverir.
Bireyin-halkın inanç kanalında gönül coşkusunu dışa vurabilmek, bunu yaparken önündeki aşılamaz engelleri aşabilmek için yarattığı, zaman zaman kendi dünyasına soktuğu, eliyle saçıyla ya da bir sözüyle kutsadığı bir inanç kişisidir Hızır.
Bu bağlamda, insan için olanaksız olan zemine, özlem denen ata binilerek yapılan gezintinin baş kişisidir Hızır; rüyalarda muştulayıcıdır. Dondan dona girerek yeri geldiğinde insanı sorgulayan, yeri geldiğinde onurlandıran, ödüllendiren, kimi kez ipuçları vererek araştırmaya özendirendir. Kısaca insanoğlunun özlemle yarattığı, özlemle devindirdiği, iyilikle, saflıkla donattığı; kendi isteğiyle güdümüne girdiği, yönlendiriciliğinden hoşlandığı, zaman zaman birlikte eğlenip birlikte güldüğü, ağladığı, tümüyle kendi yaratısı olan düşsel varlığın adıdır Hızır.
Hızır orucu niçin ve nasıl tutulur?
Küçük Çile günlerinin 13-14 ve 15 Şubat günleri, doğanın döllenmesi, Hızır ile İlyas’ın buluşması anısına, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin hastalandığında üç gün yemek yemeyen Hz. Fatma ile Hz. Ali’nin eylemelerinin hatırlanması anısına üç gün Hızır orucu tutulur. Hızır Orucu eskiden Rumi aylara göre 31 Ocak ile l ve 2 Şubat günleri tutulurdu. Sonraları Miladi takvime göre 13-14 ve 15 Şubat günleri tutulmaya başlandı. Yine de kimi bölgelerde tarihler ve oruç gün sayısı değişiktir.
Hızır orucu niçin tutulur? Ne yazık ki çoğumuz bu sorunun yanıtını belleğimizden silmişiz: Hızır orucu, Hızır’dan dilekte bulunmayı hak etmek için tutulur. Eğer Hızır’dan bir dileğimiz olacaksa oruç yükümlülüğümüzü yerine getirmek durumundayız. Tersi davranırsak, piyango bileti almadığı halde, -Bana para çıkmadı, diye yakınan kişinin durumuna düşeriz.
Niçin tuttuğumuzu öğrendik. Şimdi de ikinci soruyu üretelim: Hızır orucu nasıl tutulur? diye. Birinci sorunun yanıtı gibi bu sorunun yanıtını da çoğumuz belleğimizden silmiş ya da unutmuş durumdayız. Hızır orucu, su içmeyerek tutulur: Su içmeden oruç tutarak susuzluğumuzu çoğaltırız. Çünkü susayan suya değil, su susayana koşar. İyice susarsak, doğaya, yani susayan doğaya su yürürken bize de koşar. Demek ki Hızır orucu, bizim suyla buluşmamızı sağlar.
Hızır orucuna başlarken niyet gülbangı, sonlandırırken de açma gülbangı okunur:
-Aşk ile…
Susuzluğumuza su, dertlerimize derman, hastalarımıza şifa, borçlarımıza kolaylıklar versin diye çağıracağımız Hızır için, Hızır orucu tutmaya niyet ettim.
Ulu Dergâh kabul etsin. Gerçeğe Hû! Eyvallah!
-Aşk ile…
Hızır’ı çağıranlar aşkına, Hızır’dan dilekte bulunanlar aşkına tuttuğum Hızır orucunu Ulu Dergâh kabul etsin. Hak Defteri’ne kaydedilsin.
Gerçek erenler demine Hû! Eyvallah!
16-17-18-19 Şubat günleri, Hızır’dan dilekte bulunma günleridir: Bireysel esenliğimiz için, ailemiz için, topluluğumuz/toplumumuz için, en önemlisi tüm doğa için dilekte bulunuruz. Orucumuzu tuttuğumuz için Hızır, bizim çağrımızı duyar ve dünyayı ziyaret eder. Onun için 16-19 Şubat günleri, Hızır’ın dünyayı ziyaret günleri olarak algılanır. Hızır’ın bizi ziyaret edip etmediğini anlamak için, geldiğinin kanıtı olacak bir ize-işarete bakarız. Bu ize-işarete rastladığımızda ya da ziyaret günlerinde ak sakallı/ nur yüzlü biriyle karşılaştığımızda anlarız; artık talihimiz açıktır. Dilekte bulunduğumuz umudumuz, gelip bizi kutsadığı için kurbanlar tığlar, teşekkürler ederiz.
Ziyaret günlerinde doğayı kollama, onu doğuma hazırlama, Hızır’ın önceliğidir: Öncelik gereği Hızır, kor-ateş anlamında cemre kimliğine bürünür ve 20 Şubat’ta havaya düşer, yani havayı döller; 27 Şubat’ta suya, 6 Mart’ta toprağa düşer, yani onları döller. 20 Şubat’ta hava bayramı, 27 Şubat’ta su bayramı ve 6 Mart’ta toprak bayramı kutlanır. 13 Mart’ta ise sıcaklık yürüyen hava, su ve toprak ısınır ateş olur. Bu nedenle bugün de ateş bayramı olarak kutlanır. 21 Mart’ta, yani Nevruz’da, daha önce ateşle buluşup gebe kalan hava, su ve toprak, yani doğa doğurur.
Hızır erkânı, cemle mühürlenir: Ya bağımsız olarak Hızır Cemi olarak tutulur ya da Nevruz (Newroz) Cemi ile birleştirilerek tutulur. Tutulan cem, üçlü yapıdaki özgün cemlerin güncellenmiş biçimi olarak uygulamaya taşınır: Cemin birinci bölümünde, bu makalede konu edindiğimiz Hızır anlatımı yapılır. İkinci bölümde, Hızır’ın aklına uyulmaması ya da Hızır’a bağladığımız özlemlerimizin öne taşınmaması durumunda insan olarak neler kaybedeceğimiz açıklanmaya çalışılır. Üçüncü bölümde ise birinci ve ikinci bölüm kutsanarak cem bağlanır.
(1) Korkmaz, Esat; Simgeler Sözlüğü, Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul- 2010; s, 17-18
(2) Hacı Bektaş Veli/ Vilâyetnâme-Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli-; Yayına hazırlayan: Esat Korkmaz; Can Yayınları, 6. Baskı; İstanbul- 2015; s, 140
Esat Korkmaz