Türkiye’nin devlet politikası, tüm erkeklerin devlet “ruhsatlı” şiddetle yetkilendirildiği bir ortam üretiyor; ataerkil değerlerin egemenliğini sürdürmesine olanak veriyor.
Yaşasın Dünya Emekçi Kadınlar Günü
Ataerkilliğin yapışık kardeşi “namus”, kadın cinayetlerinin gerekçesi olup çıkıyor. Türkçede eşya-mülk anlamında “mal” sözcüğü vardır biliyorsunuz; ataerkil dil bu sözcüğe “iffetsiz kadın” anlamını ekleyerek, kadınla cinsel ilişkiyi “mala vurmak” kalıbıyla argoya bağlamıştır. (*)
Tanrı, erkek ve etçil olunca erkek de etçil olur: Parça et satın alıp yemekle bir kadının vücudunu parça başına satın alıp onunla cinsel ilişkiye girmek, ataerkil algı nedeniyle aynı duyguyu uyandırır. Bu nedenle kadının hem eti hem de görsel imgesi tüketilir. Tam da bu nedenle ataerkil toplumda kadın, delik bir et parçasıdır.
Dünya Emekçi Kadınlar Günü
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, kadın hakları hareketinde bir odak noktasıdır: İnsan hakları temelinde, kadınların siyasi ve sosyal bilincinin geliştirilmesini, ekonomik, siyasi ve sosyal başarılarının kutlanmasını simgeler.
Günümüzde Dünya Kadınlar Günü ya da Dünya Emekçi Kadınlar Günü, kimi ülkelerde resmî tatildir, kimi ülkelerde ise büyük ölçüde görmezden gelinir.
Dünyada 8 Mart
26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan II. Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri Clara Zetkin, Kate Duncker ve arkadaşları, bundan böyle her yıl, bir Kadınlar Günü düzenlenmesi önerisini getirir; öneri oybirliğiyle kabul edilir.
1921’de Moskova’da gerçekleştirilen III. Enternasyonal III. Kongresi’ne bağlı Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı’nda, Dünya Emekçi Kadınlar Günü adı benimsenir. Ancak, 1930’lu yıllarda, faşizme karşı birleşik cephe politikalarına geçiş sürecinde, tekrar ilk baştaki Dünya Kadınlar Günü adına dönülür.
Dünya Kadınlar Günü olarak 8 Mart gününün belirlenmesine kaynaklık eden olay konusu tartışmalıdır: Bir sava göre, Rusya’da çarlığın yıkılmasına yol açan 1917 Şubat Devrimi’nin, 8 Mart günü yapılan kadın yürüyüşü ve grevleri ile başlamış olması, bir diğeri 8 Mart 1908’de ABD’nin New York kentinde çoğu sosyalist olan kadın işçilerin öncülüğünde, sendikal haklar ve kadınlara oy hakkı talepleriyle düzenlenen miting, başka biri ise 8 Mart 1857’de yine ABD’nin New York kentindeki bir tekstil fabrikasında, grevci işçilere polisin saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında, işçilerin kurulan barikatlar nedeniyle kaçamamaları sonucunda 120 kadın işçinin ölmesi gösterilir.
Birleşmiş Milletlerin resmî web sitesinin konuyla ilgili sayfasında, 8 Mart gününün seçilmesine kaynaklık eden olay olarak, Rusya’da Çarlığa son veren 1917 Şubat Devrimi’nin Gregoryen takvime göre 8 Mart günü, kadınların protesto eylemleri ve grevleri ile başlamış olduğu belirtilir.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında, sosyalizmin yayılmasından çekinen kimi ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen çeşitli gösterilerde anılmaya başlanmasıyla Batı Bloku ülkelerinde daha güçlü bir şekilde gündeme gelir. Gündemden uzak duramaya Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 16 Aralık 1977 tarihinde, 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılmasını kabul eder.
Türkiye’de 8 Mart
Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, ilk kez 1921 yılında, iki komünist kız kardeş Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova’nın girişimi ile gerçekleştirilir. Bu tarihten sonra yıllar boyunca, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamalarına izin verilmez. 1975 yılında Birleşmiş Milletler Kadın On Yılı ilan edilince aynı yıl Türkiye’de Kadın Yılı Kongresi gerçekleştirilir.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün 1975 yılında kutlanmaya başlamasında, İlerici Kadınlar Derneği’nin eylemleri etkili olur; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü kutlamaları, kapalı ortamlardan sokaklara ve meydanlara çıkar. 12 Eylül Darbesi’nden sonra askerî cunta yönetimi tarafından dört yıl süreyle hiçbir kutlama yapılmasına izin verilmez.
Türkiye sol hareketi içinde ilk kitlesel kadın örgütlenmeleri 1975’te ortaya çıktı: Yıl içinde hem Ankara Kadınlar Derneği, Adana, Tunceli, Pülümür, Ardahan ve Giresun Devrimci Kadın dernekleri, bu derneklerin katılımıyla oluşan Devrimci Kadın Dernekleri Federasyonu; hem de aynı siyasal görüşü paylaşanlarca “yukarıdan aşağıya” oluşturulan ve özellikle DİSK içinde etkinlik gösteren İlerici Kadınlar Derneği (İKD) kuruldu. İzleyen süreçte Demokratik Kadın Birlikleri Federasyonu’nu oluşturacak olan Demokratik Kadınlar Birliği hukuki kimlik kazandı. Bu kadın örgütlerinde değişik görüşlere sahip binlerce kadın, 1975-1980 arasında, anti-faşist mücadele içinde aktif olarak yer aldılar. Kadınların örgütlü eylemleri; “Faşizmin Maşası Ülkü Ocakları Kapatılmalıdır!” (AKD), “Ülkü Ocakları Kapatılsın!” (İKD), kampanyaları; “Eşit İşe Eşit Ücret!”, kürtaj sorunu; su, yol, çöp kampanyaları; okuma-yazma, biçki dikiş kursları; Medeni Kanunu’ndaki ayrımcı maddelere karşı mücadele etkinlikleri; konuya ilişkin paneller, seminerler, mitingler; işsizliğe karşı mücadele, olarak sıralanabilir.
Görüldüğü gibi 1970’li yılların ikinci yarısında, sınıflı toplumda ezilen ötesinde erkek tarafından hırpalanan, kimliksizleştirilen kadının, gelecekteki “düşsel” kurtuluşuna kaynaklık edecek ütopyalar yaratabilmiş değildi. Kadınına karşı sevgi göstermekten “utanan” erkekler dünyasında; yabancılaşmış erkeğin, yabancılaşmış gereksinimini karşılamak üzere, sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkan “vücudunu para karşılığı satan” kadın kimliği, kadınların alçalmasının öcünü, erkeklerin de alçalmasıyla alınmasına aracılık edecek durumda değildi. Yaşanan süreçte kadın, henüz kendini özgürleştirememişti; doğal olarak erkeğini de özgürleştiremedi: Alçalarak da olsa kendi öcünün alınması sonucunu doğuran ancak erkeğini de alçaltan “emeğini satma yerine vücudunu satan” kadın kimliğine, uzantısında bunları üreten sisteme toplu bir karşı duruş alamamıştı. Erkeklerin asla kadın sıkıntısı çekmediği “erkek egemen sistemi” sorgulamak, kendilerinin “satın alınma” koşullarını ortadan kaldırmak konusunda bir bakıma “çocukluk” dönemini yaşıyordu.
Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki “çelişmenin” karı-koca evliliği içinde “gelişme”siyle, ilk sınıf baskısının ise dişi cinsin erkek tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana denk geldiği hiçbir zaman unutulmamalıydı. Egemen anlamda, doğal koşullar üzerine değil de ekonomik koşullar üzerine kurulan tek akarı-koca evliliği, insanlığın evriminde kuşkusuz büyük bir tarihsel ilerlemeydi. Ama ne var ki bu ilerleme, erkeklerin refah ve gelişmesi, kadınların acı ve gerilemesiyle elde edilen bir “ilerleme”ydi. Her ilerlemenin aynı zamanda bir “gerileme” olduğu bu çağ, kadın-erkek ilişkilerinin, erkeğin belirleyici olduğu çıkar zemininden, her iki cins için eşitlik üreten “doğal-toplumsal” zemine aktarılamadığı sürece aşılamayacaktı: İlerleyen erkek, gerileyen kadın olacaktı.
Dilerim, Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinlikleri, bu gidişe dur diyecek bir çağrı olur: Çünkü kadınların bu çağrıya yaşamsal anlamda ihtiyacı var.
(*) Adams, Carol J.; Etin Cinsel Politikası/ Feminist-Ve Vejetaryen Eleştirel Kuram-Çev.: Güray Tezcan ve Mehmet Emin Boyacıoğlu-; Ayrıntı Yayınları, Beşinci Baskı, İstanbul- 2020, s, 14/ 14-15
Esat Korkmaz