Esat Korkmaz
Büyük Alevi Kurultayı, gerçekleştirildi: binleri topladı örgütlerimiz bu bir başarıdır ama canları bir araya getirmek her şey değildir. Kurultay, bir saati aşan bir süreyi giriş ritüellerine ayırdı: Belirtmem gerekir ki ritüellerdeki söz içerikleri, kimi semahlarda giyim-kuşam, gülbank sözleri Aleviliğin felsefe, öğreti ve inanç mayasıyla çelişmektedir.
Ben bu yazıda, Aleviliğin “güncelliği ve geleceği” konusunda yaşamsal bulduğum konular üzerinde duracağım: Bir seçim dönemine girdik. Büyük Alevi Kurultayı adıyla yaşama taşıdığımız etkinlikte, Aleviliğin “Güncel Siyasi Tercihlerinden” söz edilmedi ya da “laf kalabalığının” aralarına özdeyişler biçiminde sıkıştırıldı. Böyle mi olmalıydı: Hayır! Böyle olmamalıydı, Aleviliğin “Güncel Siyasi Tercihinin” açılımı yapılmalı, kavramlara-terimlere bağlanmalıydı; otuz yıldır tekrarladığımız isteklerimiz aşılmalıydı, solonu dolduran canlar yeniyle de kucaklaşmalıydı.
Ötresinde Aleviliğin “Geleceğe Yönelik Siyasal Tercihi” ya da “Tercihleri” saptanmalı ve açılımları yapılmalıydı; bu da yapılmadı. Bilinenler tekrarlandı.
Kurultayda anlatılmayan Aleviliğin “Güncel ve Geleceğe Yönelik Siyasal Tercihlerinin” bir açılımını yapmaya çalıştım: Yazı biraz uzun oldu, sabır gösterip okuyanlara binlerce teşekkür, sabırdan yoksun olanlara, gelenektir sağ olsunlar derim.
Giriş
Demokrasi, Antik Yunan’da, çoğunluğun yönetimini, her türden meşru düzenin mahvedilmesi olarak gören, azınlık durumundaki yönetenler tarafından hakaret olarak icat edildi.
İktidarın kendilerine doğuştan bahşedildiğine ya da yetenekleri nedeniyle kendilerine verildiğine inananlar için demokrasi, iğrençlikle eşanlamlı olarak algılandı.
Hakaret olarak icat edilen ya da iğrençlikle eşanlamlı olarak algılanan demokrasi, ezilenlerce o günden bugüne kullanıldı. Nefretin ödülü, ezilenlerin kurtuluşu oldu.
Cumhuriyetimizin 100. kuruluş yıldönümüne yaklaştığımız şu günlerde; hâlâ, insan-doğa haklarını gözeten, insan-doğa haklarıyla yönetilen, laik-demokratik bir cumhuriyetin özlemini çekiyoruz…
Demek ki Cumhuriyet Alevilerin bu özlemini karşılayabilmiş değil.
BÖLÜM: 1
Kurucu Şiddet-Koruyucu Şiddet
Her ulusun, kurucu iktidar tarafından uygulanan kurucu şiddeti vardır; bir de kurucu şiddetin yarattığı korkuyu kullanarak tüketilen koruyucu şiddeti vardır: Kurucu şiddet, öldürür, acımasızdır; ibretlik eylemler yapmaktan çekinmez. Örnek mi? Felsefe, öğreti, inanç temelinde Alevilere, etnik temelde Kürtlere yönelik, sayısız kültürel ırkçılık saldırıları üretti Cumhuriyet tarihimiz: 1978 Kahramanmaraş can-kıyımı, 1980 Çorum Katliamı ve 1993 Madımakta insanların canlı canlı yakılması, Gazi-Ümraniye can kırımları vb. ile Dersim katliamı sayılabilir.
Koruyucu şiddete gelince o öldürmez, acır gözükür, baştan çıkarır; yabancılaşmanın önünü açar, “gönüllü şiddet” uygular; ötesinde Alevi yaşamı ve Alevi yaşamın örgütlerini “devletleştirir” ya da “kamulaştırır.”
Egemen sistem Alevileri, içimizdeki düşman olarak görür ve yeri gelir kurucu iktidar anılarını canlandırır ve öldürür, katleder; yeri gelir, koruyucu şiddet kapsamında, devlet elini uzatır ve düşman gördüğü Alevileri koruyorum güdüsüyle “devletleştirir” ya da “kamulaştırır”: Sistemi koruyan iktidar bugün akıllı, dostane bürünmekte ve düşmanlığını, görünmez ve dokunulmaz kılmaktadır.
Kültürel Irkçılık
İster kurucu şiddet olarak algılayalım isterse koruyucu şiddet olarak algılayalım, uygulama “kültürel ırkçılıktır”: Yaşadığımız koşullarda, devlet ırkçılığı, kültürel ırkçılık uygulamalarını üstlenmiş durumda; önce “bireyi” ardından “yaşamı” devletleştirdi. Şimdi ise devletleştirdiği yaşam üzerinde hedef gösterme, saldırma-öldürme hakkını “kullanmak” istiyor.
Artık daha aşağı bir ırkın varlığından söz edilmiyor. Irkçılık kapsamında “biyolojik” gösterenlerin yerine, kökenlerinden dolayı bir “başka” kültür dünyasına bağlı insan gruplarının varlığı geçti. Belirleyici anlamda, öne çıkarılan bu “kültürel” özelliklerin aşılamaz olduğu yargısıyla farklı kültürlerden gelen insanların, “benzer” olmadıkları ve “olamayacakları” bir bakıma ortak kabule bağlandı.
Özetle ırkçılık ideolojisindeki biyolojik gösterenlerin yerini, “kültür” kavramıyla ilişkilendirilen belirlemeler aldı: Ve yeni ırkçılık, kültürler arasındaki “farklılığa” dayanarak temellendirildi. Artık, ırkların “kana” bağlı olarak değil de “kültüre” bağlı olarak tanımlandığı bir dönemi yaşıyoruz.
“Devletleştirme” kapsamında, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı, bir tür “kayyum” niteliğinde, Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı ve Alevilik bu Başkanlığa bağlandı, daha doğrusu bu Başkanlık aracılığıyla Alevilik, “devlet Aleviliğine” dönüştürülecek: Devletsiz Alevilik, devletli duruma taşınacak, “devletin Alevisi” olmak itibar kazanacak…
Ne olması gerekiyordu: Alevilik, olmazsa olmaz ilkeleriyle, yaşama müdahale yapışacak, ürettiği “toplumsallık ve siyasetle” devlet denilen aygıtın siyaseti terbiye edilecek, terbiye edilen siyaset yaşama dönecekti. O zaman -Gel bizi tanı, diye feryat edilmeyecek, tam tersine -Bizi tanımak zorundasın, tersi durumda bunun toplumsal bedeli ağır olur, denilecekti. Terbiye edilen resmi siyaset, bu bedeli ödemekten kaçınacak ve Aleviliğin isteklerini kabul etmek “zorunda” kalacaktı.
Böyle olmadı ya da olamadı: -Gel bizi tanı, diye devlete sürekli çağrı çıkarıldı. Devlet, çağrıldığı yere ayak bastığında, ayak bastığı yer, “devletleştirilmiş” olur, bu gerçek unutuldu. Zaten, cemevlerinde ve Alevi örgütlerinin bir kesiminde, yaşanmakta olan içerik, bu devletleştirmeye “yatkındı.”
BÖLÜM: II
Cumhuriyet ve Aleviler
Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir devlet, yeni bir siyasal yapı biçiminde tarihe adımını attığında, bu yeni yapı, eski toplumsal yapı üzerinde filiz verdi. Nasıl kurtaracağız Osmanlı Devlet’ini derken yaratılan Cumhuriyet, Anadolu’da yaşayan halkların “gönüllü” ulusal kurtuluş mücadelesine katılımları sonucunda oluşan-yapılanan ortak bir birliktelik oldu. Bu birliktelik, 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet’in ilanıyla sonuçlandı.
Saltanat, 1 Kasım 1922 yılında kaldırılmış olmasına karşın, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda, “Türkiye Devletinin Dini İslam’dır” cümlesi, Osmanlı Devleti’nin resmi dini olan İslam’ın yeni kurulan Cumhuriyet’in de resmi dini olduğunun açık göstergesiydi. Bu sürecin mantıklı bir sonucu olarak, 3 Mart 1924 yılında çıkartılan 429 sayılı Kanun ile Sünni bir kurum olan “Diyanet İşleri Reisliği” kurulmuştur.
Egemen Sünni Osmanlı devlet geleneğini devralan genç Cumhuriyet, ilk yıllarında, 18 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 442 sayılı Köy Kanunu’nda, Sünni bir yorumda bulunularak, “Alevilik, Köy Tüzel Kişiliği” hukuk tanımından çıkartıldı. Söz konusu kanunun 2’nci maddesinde, köy tanımı “Cami, otlak, yaylak, baltalık gibi ortak malları bulunan, toplu veya dağınık evlerde oturan insanlar, bağ ve bahçe, tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler” denilerek, Alevi köyleri tanım dışına itildi; bu durum devletin Sünniliğe yatırım yaptığını kanıtlar, yani camisi olmayan köylerin, köy olarak kabul edilmemesi; ötekileştirme siyasetinin yaşama salınmasından başka bir şey değildi. Başka açıdan, Emevî-Abbasi-Selçuklu-Osmanlı devlet geleneğinin, Cumhuriyet ülkesinin hukuk sistemine aktarılmasıydı.
Anlaşılacağı gibi genç Cumhuriyet, daha başlangıçta Türk-İslam sentezine yatırım yapmış; etnik temelde Türkçülükte, inanç temelinde Sünnilikte, özellikle Sünniliğin Hanefi mezhebinde tek-tipleşme çalışması içine girmiştir.
Cumhuriyet projesine koşullu destek veren Alevilerin okulları, yani tekkeleri-dergâhları, Büyük Millet Meclisi tarafından “gerici ve dinci yapılara karşı savaş” gerekçe gösterilerek, 30 Kasım 1925 tarih 677 sayılı yasayla kapatılmıştır. Yasa kapsamında, Aleviler için, çok önemli bir kurum olan Dedelik kurumu yasaklanmıştır. Ama aynı yasa, cami ve mescitleri kapsam dışında bırakmıştır.
Aleviliğin Serçeşmesi kabul edilen Hacıbektaş ilçesindeki Pir Dergâhı, 1 Mart 1950 gün 5560 sayılı yasa ile 677 sayılı yasanın 1’nci maddesine bir fıkra eklenerek, devlet denetiminde olmak üzere ancak bir müze statüsünde eski konumunu sürdürmesine izin verilmiştir.
Diyanet İşleri Reisliği, izleyen dönemde, 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Reisliğinin adı “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştirilmiştir.
1961 Anayasası, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı Anayasal bir kurum olarak düzenlemiş, genel idare içinde bütçe hakkından yararlandırarak genel bütçe içinde yer vermiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesini sağlanarak güvence altına alınmıştır. 1982 Anayasası ile, başkanlığa tarihi bir misyon biçilmiş, kurumun Siyasal İslam kurumu olma yolundaki süreci tamamlanıp mühürlemiştir.
Cumhuriyet düşüncesi oluşturulurken, Alevi temsilcileri, Heyeti Temsiliye’nin başında bulunan Mustafa Kemal ile görüşmüş, felsefe, öğreti ve inançlarının hukuki anlam kazanması ve özgün yaşamlarının yaşanmasını talep etmişlerdir; ancak bu koşulla Cumhuriyeti desteklemişlerdir. Ancak, destek kısa zamanda tersine dönmüş, yani yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur Aleviler.
Benzer süreç Kürt zeminde de yaşanınca, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkı” tanımından uzaklaşılmış, devleti kuran asli unsurlarından Aleviler ve Kürtler yok sayılmıştır.
BÖLÜM: III
Alevilerin Güncel Siyasal Tercihi
Alevi tarihi toprağımın en gerçekçi siyaseti-politikasıdır. Bu gerçekçi politika-siyaset yasaklı yoldan taşınmıştır. Resmi tarihin sınırlarının dışına taşınmadan, oradaki tarih güncellenmeden yasaklı olan Alevi tarihi kurtarılamaz. Bu gerçeğin bir yanıdır: Diğer yanı ise “Geçmiş bugünden kurtarılmalıdır”: Her iki anlayışı birlikte düşündüğümüzde tarihi kurtarmak için, resmi tarihin dışına taşınıp oradaki tarihi güncellemek, daha sonra da güncellediğimiz tarihi bugünün saldırısından korumak gerektiği anlaşılır.
Alevilerin “güncel siyasal tercihi”, insan haklarını-doğa haklarını dikkate alan ve insan haklarıyla-doğa haklarıyla yönetilen laik-demokratik bir cumhuriyetin kurulmasıdır. Demek ki laiklik ve demokrasi, koşuldur:
Alevilik ve Laiklik
Türkiye açısından düşünüldüğünde laik ve laiklik terimleri göçmendir: Terimi üreten Batı ile terimi ödünç alan/ödünç alıp tüketen ve sürece sonradan katılan Türkiye arasında, terimin anlam farklılıkları göstermesi doğaldır.
Bugünün somutunda, toprak insanımızı esenliğe kavuşturacak laik-devrimci güçlerin başında Alevi topluluğunun geldiği savı, hemen herkesin ortak yargısı durumundadır.
1950’lilerden bu yana laiklik de yabancılaştı: Din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması temeline dayanan laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması biçiminde algılanmaya/anlaşılmaya ve uygulanmaya başladı. Açıkçası Fransız laikliği alnından vuruldu, yerine Amerikan laikliği getirildi.
Laiklik ikiye ayrılır: Ruhunu 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden alan laiklik ve ruhunu ABD’nin Angolasakson sekülarizminden alan laiklik.
Bu iki kaynak ruh arasındaki fark demokrasi anlayışlarına da yansır: Birinci ruh kaynağı, yani Büyük Fransız Devrimi kaynağı özgürlük-eşitlik-kardeşlik üzerine yapılanır.
Buna karşın ikinci ruh kaynağı, yani ABD’nin Angolasakson sekülarizmi kaynağı, mülkiyet-liberalizm-özgürlük üzerine yapılanır. Birinci ruh kaynağı, cumhuriyetçi demokrasiyi koşul sayarken, ikinci ruh kaynağı, liberal demokrasiyi benimser.
Yine birinci ruh kaynağı, insan birimi olarak yurttaşı/ vatandaşı belirleyici alarak halkçı bir mülkiyeti yaratmayı amaçlarken ikinci ruh kaynağı, bireyi öne çıkarıp bireyci bir mülkiyeti yaşama geçirmeye çalışır.
Bu iki ruh kaynağından birinci ruh kaynağı, yani Büyük Fransız Devrimi kaynağı, halkçı mülkiyet üzerinde sosyal devleti örgütlerken ikinci ruh kaynağı, yani ABD devrimi kaynağı, Amerikan toprağında koloninin elitleri tarafından İngiliz sömürgecisine karşı yapıldığı için, efendiyi değiştirmekle birlikte, toprak mülkiyeti ve kölelik düzenini değiştiremedi. Tam da bu nedenle bu ruh kaynağı, sosyal içerikten yoksun, sosyal devlete kapalı bir bağımsızlık savaşı olarak tarihe kaydını düştü.
Yine birinci ruh kaynağında iktidar mücadelesi, kilise ile devlet-halk güçleri arasında gerçekleşti, yani devlet ile halk birleşti ve kiliseye karşı kavga verdi. Böylece yüksek aşamadaki din adamlarının yüzyıllar süren tinsel üstünlükleri ve ayrıcalıkları kaldırılarak egemenlik altına alındı; Kilise’nin üstünlüğü, dokunulmazlığı ve töre üstü durumu sona erdirildi; Kilise mallarına el konuldu, taşınmazlarından vergi alınmaya başlandı. Devletin din ile öte-dünya ilişkileri kesildi ve devlet etkinlikleri seküler (dünya işleri) alanda yoğunlaştırıldı.
Bizim devir aldığımız sekülarizm teriminin kaynağı ve öyküsü böyledir. Büyük Fransız Devrimi’nden sonra Fransa’da, devletin din işleriyle ilgisini kesip dünya işleriyle uğraşması politikasına sekülarizm, bunun okullarda uygulamasına laisizm(laiklik) dendi. Bizim toprağımızda Kemalizm’in ilkelerinden biri olan laiklik, Atatürk’ün sağlığında, anayasal bir ilke oldu ve devlet politikası olarak yaşama geçirildi.
İkinci ruh kaynağında ise kilise ile halk birleşti ve devlete karşı mücadele verdi. İkinci ruh kaynağının yarattığı gelenek özellikle Protestanlıkta, düşünce özgürlüğünü ve Hıristiyanlığın tinsel-törensel gelişmesini öngören bir çığır olarak gelişti. Liberalizm demokrasi ile eşanlamlı görüldü.
Birinci ruh kaynağında laiklik, yani Fransız-Türk laikliğinde laiklik, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması olmazsa olmaz koşulu gereği yurttaşı ve toplumu dinlerin baskısına karşı korumayı, daha açık bir dille söylersek yurttaşı ve toplumu özgürleştirmeyi amaç bildi.
İkinci ruh kaynağında laiklik, yani ABD sekülarizminde ise laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması koşulu gereği devleti, dinlere-inançlara karşı eşit uzaklıkta tutmaya çalıştı; amacı da bu oldu.
Laik bir toplum yaratabilmek için köktendinci inancın Dünya ile ilişkisi kesilmeli, buna karşın insanın aklı ve doğanın aklı üzerine yapılanan Alevi inancı yaşama taşınmalıdır; köktendinci inanç işlevsiz kılınarak, Alevi inancı işlevli kılınarak, laik toplum güvence altına alınmalıdır. Nedeni açık: Çünkü Alevilik, teoloji değildir, yani nesnesiz bir inancın taşıyıcısı olamaz. İki türlü inanç vardır: Nesneli inanç ve nesnesiz inanç.
Tüm ortodoks dinlerin inancı nesnesizdir; bilgi denilen şey, nesneyle deneyim sonucu elde edilen bir kazanım olduğunu düşünürsek, nesnesiz inançta, nesneyle deneyim yaşayamayacağımıza göre, bilgi de üretemeyiz. Bilimin-bilim insanının, uzağında, bedene ve doğaya düşman bir zeminde yaşamaktan hoşlanmaya başlarız.
Kurtuluş: İnancının nesnesinin taşıyıcısı olmaktır: Çünkü nesneli inanç, teolojinin dışında, bizi hakikate-marifete taşıyan, bunu sağlamak için, felsefi bilgeliğin-öğreti bilgeliğinin sonuçlarına koşan, sonuçlarını onaylayan bir inançtır.
Bu nedenle Alevilik, felsefesinin izinde regülerden (öte dünya işlerinden) özgürleşir ve sekülere (bu-dünya işlerine) bir çağrı çıkarır. Çağrının yaşamın her alanına ulaşmasıyla ölümsüzlük felsefesi gereği Cenneti ve Cehennemi iptal eder; daha doğrusu Cenneti ve Cehennemi Bu-Dünyaya taşır: Bu-Dünya’da Cehennem yaratıcılarına karşı Cenneti kurmak isteyenleri örgütler ve yaşama müdahale eder.
Böylece Batı kaynaklı laiklik anlayışı ve uygulamalarını terbiye eder; Bu-Dünya ve Öte-Dünya ilişkilerini kesin kes ortadan kaldırır; yeni bir laiklik anlayışını, dinsel baskı altında, kendine yabancılaşan insana-insanlara, kendine yabancılaşan doğaya armağan olarak sunar.
Alevilik ve Demokrasi
Hakların eşit dağılımının yapıldığı yerde, demokrasi bir oyundur: Çünkü eşitsizliğin belirleyici olduğu bir toplumda, hakların eşit dağılımı eşitlik üretmez, tam tersine eşitsizliği daha da büyütür. Öyleyse demokrasi kurulmak isteniyorsa hakların eşitsiz dağılımını sağlamak, bu yolla var olan eşitsizliği yavaş yavaş ortadan kaldırmaktır gerekir.
Biz, insanlar arası ilişkiler ve insanlar ile doğa arasındaki ilişkiler konularıyla uğraşan bir felsefeyi felsefe kabul ediyoruz. İnsan ilişkileri, geçmişte yerel ve geri dönüşümlü iken, artık tipik olarak küresel, geri dönüşümsüz.
Kaçınılmaz olanı durdurabilmek için, tek anlamlı, tek boyutlu kuru kuramsal felsefelere karşı, Anadolu Aleviliğinin insan-doğa merkezli, çok boyutlu, çok anlamlı gönül felsefesini yeğlemek durumundayız.
Bireyler ortalama, eşit, yumuşak olduğunda, insanlığın bütünüyle ilerleyeceğine ve güçleneceğine inanılır. Bu durum çok tehlikelidir. Çünkü insanları küçültmek ve daha kolay yönetilebilir kılmak, ilerleme olarak arzulanmaya başlar.
Özgürlüğün demokrasiden çıktığı sanılır: Ama bunun tersi doğrudur; özgürlükten demokrasi çıkar. Demek ki özgürlüğün, küçük bir bölümü demokratik özgürlüktür. Kendini bilmek, hiçbir dışsal koşulun sınırlandırmasını eyleminin sınırı olarak kabul etmeyen, kendine ve başkasına saygısı olan kişi olmak demektir. Felsefi ahlakın temelinde işte bu kişi vardır; bu sağlanamazsa demokrasi temelsiz kalır. Bugüne kadar tanık olduğumuz bütün demokrasilere bakalım; hiçbiri emeğin hakkı ile özdeşleşememiştir.
Sanıldığı gibi demokrasi bir yönetim biçimi değildir: Demokrasi bir bakış, bir seziş, bir kavrayış, ötesinde bir örgütlenme biçimidir. Yaklaşımın mantığı gereği yaşama inandığımız yerde demokrasi, kendimize inandığımız yerde karşı demokrasi başlar.
Bu nedenle demokrasiye inananlar, yaşamın kendi kötülüklerini kendi olanaklarıyla arındırabileceklerine inanırlar. Demokrasi güçsüzün tuttuğu, güçlünün karşı olduğu şeydir; demokrasinin şanssızlığı da buradadır: Güçsüzlerin iktidara geldiği görülmemiştir. Hakların söke söke alınabildiği yerde yetkin bir demokrasi vardır demek doğru olmaz; hakların seve seve paylaşılabildiği yerde yetkin demokrasi olur. Yaşamından memnun olmayanlar ne kadar azsa, demokrasi o ölçüde kararlıdır.
Demokrasinin ayırıcı niteliği, seçim sonucu oluşmuş çoğunluk yönetimi değil, çoğunluğun iradesine karşın siyasal azınlık durumunda bulunanların bireysel, siyasal ve toplumsal haklarının güvence altına alınmış olmasıdır.
Özelde Alevilikte demokrasi dendiğinde öncelikle akla doğrudan demokrasi gelir. Doğrudan demokrasi, kimsenin kimseyi temsil etmediği, herkesin görüşünü temsilci kullanmadan dile getirdiği bir demokrasidir. Yasaklı kültürlerin-sözel kültürlerin demokrasisidir, doğrudan demokrasi. Bu nedenle yüz-yüze ilişkilerin, insan sıcaklığının taşınmasına yatkındır.
Temsili demokrasinin yaşandığı günümüzde Aleviler, sistemin algılarını zorlayarak doğrudan demokrasi değerlerini canlandırmaya çalışmakta ve bu değerleri, temsili demokrasiyi terbiye etmekte kullanmaktadır.
Hümanizm ve Aydınlanma
İnsan sonrasını ve insan olmayanları ölçü almadığımız sürece, insan olup olmadığımızı kanıtlayamayız: Tam tersine hınzır bir hümanizmin taşıyıcısı oluruz. -Her şey insan içindir, kapanına kilitleriz kendimizi; bu durumda insan kendine çöker, kendi dışını göremediği için de insan olarak kendini tanımlayamaz. İnsanoğlu hümanizmi, -Her şey insan içindir, anlayışının belirleyicisi olup çıkar: İnsanoğlu demek erkek insan demek olduğu için de insanoğlu hümanizmi, erkek-insan hümanizmini yaşama salar. Ve ataerkillik, insanoğlu hümanizmi kapsamında ve insan-severlik donunda, yaşamın her alanında egemenlik kurmaya başlar.
Anlayacağınız, Avrupa merkezli hümanizm, baskın anlamda bir insanoğlu hümanizmidir; bu hümanizme eleştirel yaklaşan ve aklın suç ortaklığından özgürleşen, insan ve insan sonrasını kucaklayan, -Her şey Doğa içindir, diyen yasaklı hümanizm, özelde Kızılbaş hümanizmi, kendine çöken insanı, bu çöküntüden kurtaracak bir hümanizm olarak, içselleştirilmek durumundadır.
Unutmayalım: Genelde yasaklı hümanizm, özelde Alevi hümanizmi, insanoğlu hümanizmini sorgulayan, eleştirel bir hümanizmdir; insanı tanımlamak, onun dışına-sonrasına bakmak istiyorsak eğer, eleştirel hümanizmi rehber edinmek durumunda olduğumuzu hiçbir zaman unutmayalım: (1)
Ancak yaşanan ve yaşanmakta olan yabancılaşma nedeniyle, eleştirel hümanizmin taşıyıcısı Alevilik de bu olumsuzluktan bir ölçüde nasibini almıştır: İnsana muhabbet (insanı sevme)-ışığa muhabbet (ışığı sevme)-deme muhabbet (demi sevme) etik üçlemesi, adama muhabbet-ışığa muhabbet-deme muhabbet biçiminde bir değişime uğramıştır. Üçlemedeki adama muhabbet kalıbındaki adam sözcüğü, Âdem’den, yani ilk yaratılan insan, ilk peygamberden gelir ve insan demektir ama adam erkek insanı çağrıştırdığından, etik üçleme, erkeği merkeze alan anlayışı taşımaya başlamıştır.
Adama muhabbet, insanı sevmek algısından yola çıkmış, erkek insanı sevmeye dönüşmüştür. Dönüşümle birlikte, erkek insan, Tanrı’nın-Hakk’ın eksiksiz görünüşe taşınmış biçimi olarak algılanmaya başlamıştır. Böylece erkek insan, ek-doğa olarak bilince-inanca taşınan toplumun, temel birimi anlamında nesnel gerçekliği tamamlayan, öznel gerçeklik (bilinç varlığı) durumunda, Kızılbaş hümanizmin etik üçlemesinde, yabancılaşma halkası olarak yerini almıştır.
Etik üçlemenin diğer kalıplarına gelince, ışığa muhabbet; Tanrı özünün Hak donunda görünüşe taşınmış biçimini, deme muhabbet ise aklın sıvı biçimi olarak algılanan doluyu, ötesinde, öğretmenin öğretme gücünü; öğretmenin sözünü, sesini, soluğunu simgeler.
BÖLÜM: IV
Aleviliğin Geleceğe Yönelik Siyasal Tercihi
Devlet Olmayan Yönetim Biçimi: Ütopyadan Metopyaya
Unutmayalı: Aleviliğin geleceğe yönelik siyasal tercihi, “Devlet olmayan yönetim biçimidir.” Rıza Kenti, devlet olmayan yönetim biçiminin ütopik tasarımıdır. Ortaklar Komünü, ütopik tasarımın yeryüzündeki karşılığıdır, yani metopyadır.
Aleviliğin üniversite karşılığı olan ana dergâhları da devlet olmayan yönetim biçiminin örnekleriydi. Demek ki dün devletsizdik bugün devletli olduk, dün peygambersiz idik, bugün peygamberli olduk, dün okullu idik bugün okulsuz olduk. Büyük Alevi Kurultayında, okullu olduğumuzu kanıtlayan dâr pirlerimizin adını anmayı aklımıza bile getirmedik.
Rıza Kenti’ne bağlanan ütopya komünizmi, ortak bir amaca yönelik üretimde bulunan toplumun, tarihi üretirken önüne belâ olarak çıkan özel mülkiyet, sınıflar, devlet ve paranın olmadığı, devlet olmayan bir örgütle yönetilen, Tanrı’nın-Hakk’ın yerine insanın-doğanın, peygamberin yerine öğretmenin geçirildiği, düşsel bir toplum tasarımıdır.
Bu proje, kent-toplum bağlamında ele alınıp işlenmiştir. Buyruktaki Rıza Kenti, Aleviliğin geleceğe yönelik kestiriminde, düşsel kâmil toplumun bir anlatımı olarak algılanabilir. Toprağın temel üretim zemini, köylülüğün egemen ezilen sınıf olduğu Ortaçağ koşullarında; sınıflı toplum öncesinden taşınan ilksel eşitlikçi toplum değerlerinin güdücülüğünde, gelecekte insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan düşsel kurtuluş projesidir bir bakıma. Sınıfların olmadığı, paranın ortadan kalktığı, herkesin gereksinimine göre tükettiği, özlemine göre yaşadığı, söylencenin yüzyıllardır canlı tutmaya çalıştığı, geleceğe yönelik rüyanın projeye bağlanmış bir biçimidir.
Düşsel Toplumsal Projeye baktığımızda; bireyin önemi, eylemlerinde ve uğraşlarında toplumsal grupla ne ölçüde ilgili olduğuna, ortak esenliğe hangi katkıda bulunduğuna göre belirlendiğini görürüz. Yani, bireyin yaptığı her şey için, topluluk önkoşuldur. Topluluğun önkoşul olması, bireysel mülkiyetin olmadığı, her şeyin herkese ait olduğu ve gereksinmelere göre paylaştırıldığı toplumsal tasarımı öne çıkarıyor.
Bu bağlamda Alevi düş, göksel değil, bireyin topluluğa ve doğaya karşı sorumluluklarından ve toplumsal/doğasal yükümlülüklerinden doğar. Böyle olmasına karşın öğreti, bireycilikle karşıtlık içinde bulunmaz. Toplumculuk ve bireycilik bağlamında, topluluk üyesi birey, kendi varlığını kanıtlamak için, kendi özerkliğini talep eder.
Rıza Kenti, ezilenlerin kesin kurtuluşlarını düşlediklerinde düşlerine taşıdıkları, her türlü aşamalı düzenin yokluğunda, yetkenin, erkin ve egemenliğin kovulmuş olduğu, doğrudan demokrasinin tüketilerek üretildiği bir toplumu bize tanıtır. Böylesi bir toplumda, birey öncelikle, kendisini kendi zincirlerinden kurtarır; kendi özgürlüğünü feteder. Kendi farkındalığının ayırdına varır varmaz bu kez, arzusunun izinde, fetettiği kendi özgürlüğüne sınırlamalar getirerek, toplumsal yaşama katılır.
Böylece bireysel özgürlükle toplumsal yaşama zorunluluğu, doğrudan demokrasinin terbiyesine açık olmak koşuluyla bir denge kurar. Anlatımın sunduklarını yorumladığımızda, Rıza Kenti adıyla bize sunulan Ütopya komünizmi, kendi kendine yeten özgür beldelerin-bölgelerin bir birliği olarak tanımlanabilir: Karşılıklı yardımlaşma ve ortak çıkar belirleyicidir. Para olmadığı için, ücretlilik ortadan kaldırılmıştır. Aracılar, temsilciler de yoktur: Halkın doğrudan sahipliği hemen her şeyin koşuludur.
Görüldüğü gibi Alevi ütopya komünizmi, kendi geleneksel yaşama biçimlerinin bir parçasıdır. Yaşama biçimi eğitim, toplumsal denetim ve ritüellere katılımla iletilir ve içselleştirilir. Bu nedenle geleneksel yaşama biçiminin terk edildiği yerlerde bu düş yer yer örselenir. Alevilik İslamlaştırıldığı ölçüde ise düş yok olur. Onun yerini Cennet alır.
Rıza Kenti’yle betimlenen Yok Yer’deki düşsel toplumun Bu-Dünya’ya taşınma çabası sürekli canlı tutulduğu için Hakikatin tarihi, içkinci başkaldırı siyasetinin-politikasının tarihi olmuştur. Bu nedenle her kâmil insan, ütopyanın komünizminin izini, Bu-Dünya’ya düşürmek ister.
Düşsel toplum tasarımları, bir yanıyla siyasetin ütopyalarıdır: Daha doğrusu siyaset denilen şey, bu ütopyanın hafızasına kayıt edilir. Tersinden düşünürsek, siyasi ütopya, şimdiki zamanın içinde kayıtlıdır.
Rıza Kenti’ne bağlanan Alevi Ütopya komünizmi, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal isyanlarıyla somut toplumsal bir tasarıma dönüştürülerek yaşama taşınmaya çalışılmıştır. Ortaklar Komününe baktığımızda, bu düşsel projenin yeryüzüne taşınma çabalarına tanık oluruz.
Bu açıdan bakıldığında Ortaklar Komünü, komünizm içerikli, ezilenlerin ölmez kurtuluş düşüdür: Bu nedenle her Alevi eylem-etkinlik ve uygulama, bu düşü kırmaya yönelik bir gerçekliktir. Ondan koparılan her parça ütopya olmaktan çıkar, metopya olur ama kendisi hep ütopya olarak kalır. Önemli olan, olanaksızın tasarımı olan ütopyanın yeryüzünde metopyasını yaratabilmektir.
Ütopya bize, umut etmeyi öğrenmemiz gerektiğini anımsatır: Umut etmeyi öğrenme, başarmaya âşık olmak anlamına gelir. Kendine kapanmış etkin olmaktan uzak korku yenildiğinde, umudun kabuğu çatlar, düşünme filiz verir, sistemin sınırları zorlanır ya da ihlal edilir.
Ütopya sözcüğündeki ou öneki, tasarımın, yok yerde bulunan gerçekleştirilmesi olanaksız bir düşü anımsatır, yani mutlak bir olumsuzlamayı simgeler. Yeryüzünde ona yaklaşan bir sistem kurmak, umudun amacıdır. Bloch’un izine taşırsak kendimizi bu amacın gerçekleniş biçimine, göreli bir olumsuzlamayı anlatabilmek için, me önekini, ou öneki yerine koyabiliriz; böylece olanaksızdan ayrılıp olanaklı olana taşınabiliriz: Taşındığımız toplumsal tasarım artık ütopya değil metopyadır. Tasarımın mantığını ölçü alırsak bu yaklaşım, ütopyanın itibarını ortadan kaldırmak anlamına gelmez; tam tersine yeryüzünde metopya yaratabilmek için ölümsüz bir örnek olarak yerini korur: “Blochçu terminolojide somut ütopya, bu nedenle, salt ütopyacı ve dolayısıyla imkânsız olanın aksine, sonunda gerçeklik haline gelecek şekilde düşünce ve eylem yoluyla yaklaşılabilecek olan, anlamına gelir. Ancak ilki tamamen faydasız değildir, çünkü adeta bir pusula gibi, ‘doğru yön’ü tanımlayan bir şeye yönelik etkinliklerin yönlendirilmesi hizmetini görür. Ayrıca bu imkânsız sona giden yolda (somut) metopyacı hedefler, hedeflenen anlamda ve hedeflenen ufuk altında edimleştirilebilir.
Ütopya tasarımında, tasarımlanan düşsel toplum, yaşanılmakta olan mevcut toplumu eleştirmekten çok farklıdır. Çünkü düşsel ütopya örneği, varoluş halini anlatır; gerçekleniş anlamında metopya örneği ise bir örgütlenme halidir; varoluş haliyle her koşulda kendini doğrulamaya çalışan, seçenek bir dünyasal varoluşu kullanıma taşır. Böylece ütopyacı tasarım, metopyacı tasarıma dönüştürülmüş, yaşadığımız dünyada pratik bakımdan olanaklı olacağı kanıtlanmış olur.
Börklüce ve bağlısı canlar, yaklaşık 600 yıl önce, Ortaklar adıyla ilk örgütlü komünal toplumu yarattılar: Bu ütopyanın, metopyaya dönüşmesiydi. Toplumun merkezi aynı adla anılan yerleşme oldu. Şeyh Bedreddin’in sağ kolu durumundaki halifesi olan Börklüce Mustafa’nın kurduğu yerleşim alanında, Çelebi Mehmet döneminin adaletsizliğine ve zulmüne karşı, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kökenli köylüler, el ele vererek yeni ve eşitlikçi, sömürüsüz bir dünya düşünün temellerini attılar. Cennet’i bu-dünyada kurmaya soyundular. Nazım Hikmet’in dizeleriyle;
“Hep bir ağızdan türkü söyleyip
Hep beraber sulardan çekmek ağı,
Demiri oya gibi işleyip hep beraber,
Hep beraber sürebilmek toprağı,
Ballı incileri hep beraber yiyebilmek…” için ileri atıldılar.
Ortaklaşarak tarımın geliştirilmesi için sulama arkları yapıldı; ortak çıkara hizmet için değirmenler inşa edildi; tarlalar, herkesin malı durumuna dönüştürülmüş üretim araçlarıyla işlendi; evler, yollar, taş kuyular imece yöntemiyle gerçekleştirildi.
Ortaklar Komününü güncellemek ve güncellediğimiz değerleri bugünün saldırısından korumak her Alevinin, her sosyalistin ve her komünistin görevidir. Unutmayalım, umudun içi umutsuzluk doludur; başkaldırdığında umutsuzluk kendini ateşe verir, ateş onu yakar geride umut kalır. Demek ki ütopyalar gündüz düşlerinden derlenir, kanatlanıp uçup gitmesin diye etkin duruma getirilir. Etkin duruma getirilir getirilmez, var olan iptal edilmez, sınırları aşılır.
Ütopyaya bağlanan arzu-istek; vicdanları uyandırır ve özgürlüğü özgürleştirir. Yaşamın sureti eskidiğinde, olanağın sınırları aşılmaz engellere dönüşür; olanaksızı istemek, yani ütopyaya koşmak anlamsızlaşır: Yakına nişan alır, vurduğumuzla övünürüz artık.
Aklı kendi aleyhine çevirip ondan firar etmeden, yani onu başka türlü gerçekleştirmeden ütopya kurulamaz: Ancak böylesi bir durumda mazlumların dünyasıyla ilişkiye geçilebilir; huzursuzluk-sıkıntı-çile denen ata binilerek dörtnal geleceğe koşulabilir: Unutmayalım, bu koşucunun en büyük yardımcısı sezgidir.
Değiştirme kültürlerinde insan, deneyimleyemediği şeyi bilmez; daha doğrusu bilgi dediğimiz şey, deneyimlerin toplamıdır. Bu tür kültürlerinin yasasıdır bu. Anlaşılacağı gibi ütopya, tam olarak deneyimlenemediği için tam olarak bilinemez; deneyimin baktığı yerde, ona bakar durumda konuşlanmıştır bir bakıma. Bizler, olanaksızın büyüsüyle harekete geçeriz: Bu bağlamda bir ütopya doğurup kendimizi ona bağlarız.
Şimdi de sözü, ütopyamızı nefese bağlayan İbreti’ye verelim ve sözümüzü mühürleyelim:
Bir Şah olsam hükmeylesem cihana, / Kilise, mescidi yıkar giderdim. / Okullar yapardım bütün insana, / Cehaleti kökten söker giderdim.
Fabrikalar kurar idim her yerde, / İkiliği kovar idim bu serde, / Ayrı gözle bakmaz idim bir ferde, / Cihana bir gözle bakar giderdim.
Gerçek insanları bilirdim Allah, / Ondan gayrisine tapmazdım billah, / Ne Kâbe kalırdı ne de Beytullah, / Yerine bir arpa eker giderdim.
İnsanlıktan başka olamazdı cennet, / Yok olurdu İsa. Musa, Muhammet, / Kalkardı dünyada mezhep, tarikat, / Dinlerin bağını çözer giderdim.
Bir olurdu zengin fakir her zaman, / Çaresiz dertlere olurdum derman, / Ne gâvur kalırdı ne de Müslüman, / Tümünü bir yola çeker giderdim.
Gece gündüz çalışırdım millete, / Bir faydalı kul olurdum elbette, / Bir ırmak olurdum Güneş’ten öte, / Yeni fezalara akar giderdim.
O günü görseydim yüzüm gülerdi, / Dünyada insanlar bayram ederdi, / Ne bir silah ne bir atom kalırdı, / Bir ulu deryaya döker giderdim.
İbreti der varlığımız bitmezdi, / İnsanoğlu yanlış yola gitmezdi, / Ayrı gayrı devlet icap etmezdi, / Dünyaya bir bayrak diker giderdim. (*)
(*) 1920-1976: Sarız’ın Kırkısrak köyünde doğdu. Asıl adı Hıdır Gürel’dir. Geçmişi, Akçadağ’dan göçen bir aileye dayanmaktadır. Âşıklık geleneğinin yoğun olduğu bir aile ve yörede büyüdü. İlk deyişleri, köylerine gelip giden dedelerden öğrendi. Zaman içinde, cemlerde dinlediği dede ve zâkirlerden öğrendikleriyle de bilgisini pekiştirdi. Yaşamının zorluğu nedeniyle İbreti mahlasını kullanmaya başladı.