Yasaklı kültürlerde
yani bilme değil değiştirme kültürlerinde,
eylem ve etkinliklerle yaşam
bir kumaş gibi dokunur ve
gelecek kuşaklara armağan olarak sunulur…
Nefes almak için havaya, içmek için suya, görmek için ışığa ihtiyaç duyarım: Düşünmek için ise anıya. Öncelediğim geçmişim, cezaevi arkadaşım; ölümle evliliğinin 38. yılını kutlar, beni o günlere (senaryolarını tartıştığımız), o günleri bana taşıdığın için, sana sonsuz teşekkürler ederim. Canına binler beden, her beden senin kavgan: Kavgan kutlu olsun, can yoldaşım Yılmaz Güney.
Bana göre Yılmaz Güney, sözcüğün gerçek anlamıyla bir serseridir. Ama soralım, -Nasıl bir serseri? diye: Yeni insana tohum, politik bir serseri. Yeni insanın tohumu olarak serseri, yaşamı, yaşam onu iyi tanır: Bu nedenle her serseri öldüğünde, yaşam öksüz kalır. Açık söylemek gerekirse herkes serserilik yapabilseydi, dünya bize küsmezdi.
Demek ki serserilik, adanmışlık zemininde, bilinçle yaşanan bir serüvendir; bilinçsiz serserilik, serserilik değildir ya da serserilikten nasibini almayan insan, insan değildir. Diğer taraftan serserilik, kendi gönlünü hoş tutma çabasıdır: Bir insanın kendisiyle sevişme girişimidir; çeliğe su verir gibi ara sıra ruha su vermedir. Gönül-ruh ancak özgürleştirilerek hoş tutulur; özgürleştirme, başkalarının doğrularından sıyrılmadır; bu nedenle yüceltilen serseriliğin değerini düşürmek isteyenler, hiçbir zaman başarılı olamamıştır.
Yine serserilik, vicdanla yapılan bir arkadaşlıktır; bu nedenle yaşanan haksızlıklara karşı ironik bir başkaldırıdır: Toplumun ezberine göre gülmeyen, yürümeyen, giyinmeyen bir arızadır serseri; kendi burnunun dikine gitmekten hoşlanan, yakından bakıldığında başkalarının düşünü taşıyan ve kendi çekim alanında yaşayan bir Çirkin Kraldır bu serseri. Bir toplum öksüzüdür ama olumsuzluk çağrıştırmaz; güçlünün ifritidir demek daha doğrudur.
Hiçlik denilen aynamızdan çıkan, çıkar çıkmaz da -Allah belanızı versin, diye yüzümüze tüküren sır kimliktir politik serseri: İçimizde oturup duran ikinci benimizdir o. –Ah! çektiğimizde, çektiğimiz –Ah’ın, içimizdeki yankısıdır, bir bakıma; öyle ya da böyle kendi kimliğimizin mizahıdır ve mizah donunda, bozuk düzende doğruyu ihbar eder. Bu nedenle egemenin ezberine göre yaşayanlar, kendi içlerine baktıklarında, kendilerini sorgulayacak olan kendi serserileriyle karşılaşırlar.
Umudu çağırmak gerektiğinde, serseri olmak gerekir. Çünkü umarsızlığın içindeki umutla senli-benli olan kimlik serseriden başkası değildir; kendini göstermeyen iç uyumumuzun çocuğudur o; karmaşa içinde saçılmış bir süprüntü yığınına benzeyen bu güzel dünyanın gezginidir dersek, yalan söylemiş olmayız. Kısacası içimiz çağırdığında bize koşan kimliktir serseri. Bir yalıyarın karşısında, -Seni seviyorum serserim! diye bağırdığımızda gelen ses, bizi doğrulayacaktır.
Yılmaz Güney Sineması
Yılmaz Güney, geleceğe siper durumundaki duvarı perde olarak kullanan, büyükleri uyutacak ninni olarak tanımlayabileceğimiz sinemada halktan yana bir kırılma yarattı: Önceleri kendisi de böylesi afyon bir sinemanın parçasıydı; demek ki Yılmaz Güney, kendi sineme anlayışını da kırdı. Kırılan yolda halkın sinemasını yarattı; bu yolla halkın taşıyıcısı-sözcüsü bellek-sinema oldu: Bu bir güzellik yaratmaydı.
Bana göre Yılmaz Güney sineması düşünmeyen insana seslenen bir sinema değildir ve Yılmaz Güney de dramatik bir oyuncu değildir: Dramatik oyuncu ağlayanla ağlar, gülenle güler; çünkü her şey kendiliğinden anlaşılır durumdadır ve düşünme, ihtiyaç olmaktan çıkar; ağlayanın ya da gülenin sırrına, yani ödülüne, bir türlü taşıyamaz kendini.
Tam tersine Yılmaz Güney sineması, epik bir sinemadır, Yılmaz Güney de epik sinemanın bir oyuncusudur: Ağlayana güler, gülene ağlar; çünkü hiçbir şey kendiliğinden anlaşılır değildir, düşünme koşuldur; ağlayanın ödülüne, yani gülmeye ya da gülmenin ödülüne, yani ağlamaya taşıyabilir kendini.
Bu nedenle Yılmaz Güney sineması, toplumu ve dünyayı açıklamakla yetinmez, onu değiştirmeye girişir.