Ali Abbas Yılmaz
Cumhuriyet kurulalı yaklaşık bir asır geçti ama biz hala daha açlık sınırı yerine yoksulluk sınırını konuşamıyoruz.
Dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için gereken aylık gıda harcaması tutarı açlık sınırını oluşturuyor. Sendikaların Temmuz ayı verilerine göre ise açlık sınırı 2 bin 903,41 TL. Yani dön dolaş yine açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret gerçekliği karşımızda duruyor. Yine dört kişilik bir ailenin gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalar ise bize yoksulluk sınırını gösteriyor. Temmuz ayı yoksulluk sınırı ise 9 bin 457,36 TL olarak hesap ediliyor.
Milli gelir ve açlık sınırı
Bugüne kadar asgari ücret üzerinden tartışmalar yapılırken hep açlık sınırı ile kıyas edilerek yetersizliğine dikkat çekiliyor. Oysa 21.’inci yüzyılda hala daha asgari ücrete muhalefetin açlık sınırından yapılması aslında ufkumuzun ne kadar dar olduğuna da işaret ediyor. Sahi neden asgari ücret tartışılırken yoksulluk değil de açlık sınırında geziniyoruz? Evet, açlık daha yakıcı bir sorun ama neden hala 21.’inci yüzyıl Türkiye’sinde biz yoksulluğu değil de açlığı konuşmaya ve onun üzerinden bir çıta tutturmaya çalışıyoruz? Madem büyük devlet olmuşuz o halde insanımıza yoksulluk sınırının üzerinde bir gelir sunabiliriz. Kişi başına düşen milli gelir bilmem kaç dolar diye hava atmanın alemi yok. Milyonlarca vatandaşın gelir düzeyinin açlık sınırının dahi altında olduğu bir yerde milli gelir hikayesi de karın doyurmuyor.
Saraylarda huzur hakkı
Bugünkü iktidara göre devlet itibarını dünyaya göstermenin yolu saraylardan ya da bürokratların birkaç maaş ek huzur hakkından geçebilir ama vatandaş için bunların hiçbir önemi yok. Vatandaş günlük geçim derdi için cebindeki paranın alım gücüyle ilgileniyor. Bundan ötesi boş laf.

Çalışanı da çalışamayanı da aç
Türkiye’de işsizlik ve özellikle de genç işsizlik oldukça yüksek ama bir yandan da eskiden 3 kişinin yaptığı işin bugün bir kişinin üzerine yıkılması gerçeği de var. Yani, aslında işsizlik gerçeğinin bir yanında da çalışan işçilerin sırtına yıkılan muazzam iş yükü var. Tabii çalışanları yıkılan iş yüküne itiraz etmemesi için de dışarıda bekleyen işsizler ordusu var. Çalışan çalışamayan işçiler için hem kölece çalışma ve güvencesiz yaşam koşulları hem de üretimden koparılan milyonların hayatları var. Çalışanı da çalışma yaşamının dışına itileni de aslında açlık ve yoksullukla boğuşan milyonlar gerçeği ortadayken, saraydan itibar devşirme muhabbetleri kabak tadı vermekten öteye gitmiyor.
Yoksulluğu ne zaman konuşacağız?
Peki, neredeyse yüz yıl oldu ve neden hala yoksulluğu dahi konuşamıyoruz. Bir türlü açlık sınırının ötesine geçmiş değiliz. Bir asırda yoksul dahi olamadık desek yeridir. Çünkü yoksulluğun sınırına dahi yaklaşamıyoruz. Bugün dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 9 bin 500 TL’ye dayandığı bir yerde biz hala açlık sınırında olan asgari ücreti dahi çalışanlara verirken bir lütuf gibi davranabiliyoruz. Sahi biz açlık yerine yoksulluğu ne zaman konuşacağız? 100 yıllık cumhuriyet dönemi, insanımıza yoksulluk sınırının üzerinde bir yaşam kalitesi sunamadıysa bunun kabahati kimdedir?