Sivaslı kabadayılardan Kızılbaşoğlu Yadigar: Bir Kızılbaş çıktı, Sivas’ın bütün kabadayılarını alt etti. Ölümüne dövüştü…
Şair Ceyhun Atuf Kansu Sivas’ı “Bozkırlar Sultanı” olarak tanımlar 1959 yılı Nisanının son ılık günlerinde Sivas’ı kuşatan bozkırlar yeşermeye başlamıştı. Yadigar bindiği faytonun içinde bir hesaplaşma için bozkırlara doğru koşuyordu.
Yıldız’a askıntı olduğu için, Yadigar, Pisiğin Memet’e birkaç tokat patlatması ile ortam gerilmişti. Arada söz atışması gidip geliyor, karşılıklı tehditler birbirini izliyordu. Yakınları, Yadigâr’ı bir süre Sivas’tan uzaklaşmaya inandırırlar.

‘Nereye gitse bela kendini buluyordu’
Yadigar Tokat’a Hüsne’nin uşaklarının yanına gitti. Konuk olarak bulunduğu, Hüsne’nin oğlu Şahin’in kahvesini Kürt Mehmet adamları ile kahveyi bastı. Şahin’i ortaya alıp dövmeye başladılar. Kürt Mehmet bıçak çekti. Yadigâr kavgaya katıldı. Kürt Mehmet ve arkadaşlarını dağıttı. Kendisi de elinden bıçakla yaralandı. Hırsını alamadı, bir şişe rakı aldırdı. Nereye gitse bela kendini buluyordu. Kahvede bu rakıyı içip yola düştü. Yeniden Sivas’a döndü. Berbere gidip tıraş olmuştu. Ziraat Bankasının karşısında yer alan kahvesinin önüne oturmuş, yanındakilere takılıyordu:
“Bıyığım nasıl olmuş? Tıraşım güzel mi? İyi değil mi?”
Yanında yenilerde askerden dönen Veli’yi gördü. Kendi olur vermesi üzerine Veli askerlik öncesi, yeğeni ile evlenmişti.
“Veli Demiryolundaki işine başladın mı?” diye sordu.
“Başladım çalışıyorum ağabey.”
“Çok iyi, buralara pek uğrama sen. Kendi evine işine bak.”
Veli “olur ağabey” deyip sessizce ayrıldı kahveden.
Çevresindekilerle gülüyor eğleniyordu. Bu sırada garson geldi: “Ağabey, seninkiler geçiyor!”
Yadigâr çakmak çakmak gözlerle karşıya baktı. Karşıdan Pisik Ömer’in uşaklarının durduğunu gördü. Üç kişiydiler: Avşar, Kör Hüseyin, Kör Hacı.
Meydan okuma…
Pisik Ömer’in uşağı, Ziraat bankasının önünden duruyorlar, Yadigâr’a doğru bakıyorlardı. Bu bir meydan okumaydı. Biraz durduktan sonra aşağı doğru yollarına gittiler. Bu “erkeksen gel” demekti. Belli ki geneleve, Yıldız’ın yanına gidiyorlardı. Yadigâr o an çılgına döndü.
“Bana İsmail’i çağırın” dedi “size üç kuzu kurban getireceğim.” Akşamdan beri içiyordu çok yorgundu. Kimse: “Aman Yadigâr, yapma” deme cesaretinin kendinden bulamıyordu. Enver eve gitmişti.
Saat 14’e doğru sadık faytoncusu İsmail geldi. İsmail de Aleviydi. Yadigâr’ın güvenini kazanmış bir iki faytoncudan biriydi. Faytonun körüklerini arkaya yaslattı. İsmail’e emir verdi:
“Halifelik’e…”
“Kırık körüklü” faytonun atlarının sırtında, öğle sonrasında, kamçılar şakırdadı. Sivas ilkyazının serin yeli Yadigâr’ın bağrına esiyordu. Fayton Halifeliğe doğru uçarken, rakının verdiği bulanıklıkla üç gün önce gördüğü düşü aklına bile gelmiyordu. Fayton mundar ırmak köprüsünü geçti. Mezarlık önünde biraz sonra üç karşıtını duruyordu. Fayton Malatya yoluna doğru ilerledi. Karşıtları dikkatle faytona baktılar. Biraz sonra korkunç bir hesaplaşma olacağı açıktı. Faytonda kaç kişi vardı, Yadigâr’ın elinde hangi silah bulunuyordu, görmek istediler.
Faytonda Yadigâr’dan başka kimse yoktu. Bir şişe rakı ve bir demlik su, biraz da meze vardı. Fayton aralıkla duruyor, Yadigâr bir yudum rakı içiyor, demlikteki sudan alıyor, ağzına bir meyve atıyordu. Pisik Ömer’in adamları kendi aralarında konuşuyorlar durum değerlendiriyorlardı:
“Şimdi işin bitti, Kızılbaşoğlu. Sarhoş sarhoş senin ananı …tik.”
Gemi azıya almış çılgın atlar gibiydi üç adam. Nerede biteceği bilinmeyen bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Yadigâr faytonla bir süre uzaklaştı, ama nasıl olsa geri dönecekti. Karşıtları, harap duvarlar arasına oturdular. Biraz sonra fayton geri döndü. Mezbahanın önüne geldi. Mısmılırmak biraz ilerde akıyor, kentin mezarlığı ve bitek topraklar başlıyordu. Mısmılırmağın beri yakasında bir iki yıl önce yapılıp biten genelev yer alıyordu.
Üç gözü dönmüş, tanıdık yüz
Fayton, Sivas’ı Kangal’a bağlayan ana yoldan, geneleve dönen sağdaki ara sokağa geçti. Dar sokak genelevle-mezbaha arasında yer alıyordu. Köşenin hemen yanında birkaç kerpiç ev ve küçük bir bakkal dükkânı vardı. Genelev, 25-30 m uzakta bulunuyordu. Yadigâr, geneleve, dostu Yıldız’ın camlarına baktı. Ortalarda kimseler gözükmüyordu. Fayton, bakkal dükkânının önüne geldiği an, bakkalın duvarlarına saklanmış üç kişi faytonun önüne çıktı. Ellerinde en acımasız kesicilerle üç gözü dönmüş insan tanıdık yüzlerdi: Pisik Ömer’in oğulları Avşar, Kör Hüseyin ve dayıları Kör Hacı…
‘Yadigâr, bir kavgadan kaçacak yiğit değildi’
Korkunç görüntü karşısında İsmail, kuşatmayı yarmak için, ivedi kamçıyı kaldırdı, atları koşturup Yadigâr’ı kaçıracaktı. O an Yadigâr, İsmail’in havalanan elini kavradı: “Dur İsmail, yiğide kaçmak yakışmaz” diye bağırdı. Faytondan atladı.
İsmail, Yadigâr’ı bırakmamak için çırpınıyor, “Yadigâr, Yadigâr” diye bağırıyor faytona atlaması için yalvarıyor, elindeki kamçı ile saldırganları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama Yadigâr, bir kavgadan kaçacak yiğit değildi. Çılgınlar gibi üç karşıtının arasına daldı. Gözler dönmüş, renkler atmış, yumruklar sıkılmış, bıçaklar, nacaklar sıyrılmıştı.
‘Bağrışmalar uzak alanlarda yankılanıyordu’
Önüne elinde nacak bulunan Kör Hacı çıktı. Yadigâr kıvrak bir hareketle yerden aldığı okkalı bir taşı Kör Hacı’ya bindirdi. Kör Hacı kanlar içinde yere düştü. Yaralı mı, ölü mü belli değildi, Yadigâr onu saf dışı etmiş, nacağı da elinden almıştı. Geriye iki kişi kalmıştı. Yadigâr cepheden döner bıçağı ile saldıran Kör Hüseyin’in üzerine yürüdü. Kör Hüseyin, Yadigâr’ın elindeki nacaktan korunabilmek için, sağ elini karşı verdi. Sağ elinin başparmağından ağır bir yara aldı ve yaranın acısıyla kaçmaya başladı. Yadigâr elindeki nacakla Kör Hüseyin’i lahana tarlalarının içinde önüne katmış kovalıyordu. Ana avrat küfürleşmeler, tehdit sözleri birbirini izliyordu. Bağrışmalar uzak alanlarda yankılanıyordu. Genelev kadınları pencerelere yığılmışlar, endişe ve korku içinde vahşi boğazlaşmayı seyrediyorlardı. Kör Hüseyin’in elinde kocaman döner bıçağı olmasına karşın, Yadigâr’ın önünde kaçıyordu. Kör Hüseyin’in kaçması Avşar’ı deliye döndürdü: “Ulan Kör gözünü s…tiğim, ne kaçıyorsun? Dön de vursana!” diye bağırdı. Kendisi de Yadigâr’ın arkasından koşuyordu…
‘Ölüm yarışının koşusunu sürdürüyordu’
Böyle kavgalara alışık genelev kadınları, korku ve endişe dolu bakışlarla kavga edenleri seçmeye çalışıyorlardı. Yer yerinden oynamıştı. Bir anda Sivas’a düellonun haberi yayıldı. O sırada namlı kabadayılardan Pulurlu Hafız, kahvenin önünde bir sandalye atmış oturuyor, uzaktan kavgayı izliyordu. Sanki eski bir öncü alınıyordu. Ayak ayaküstüne atmış gerilim filmi izler gibi dingin, kavgayı seyrediyordu. Tümü tanıdık yüzlerdi. Tüyünü bile kıpırdatmadan olanları seyre dalmıştı. Döner bıçağı savurma, nacak atmaya kalkma, Yadigâr’ın arkasına dolanma birbirini izliyordu. Yadigâr’ın iki kişi arasında, bir o yana bir bu yana dönüyor, önüne çıkanı kovalıyor ölüm yarışının koşusunu sürdürüyordu. Her defasında genelev kadınlarının çığlıkları yükseliyordu.
‘Olayı seyreden genelev kadınlarının çığlığı yükseldi’
Kör Hüseyin, dönüp Yadigâr’a bıçağını ile vurdu. Yara ağır değildi. Yadigâr bu kez elindeki nacakla, Avşar’a karşı saldırıya geçmişti. Yadigâr, uzun Erzincan kaması ile saldıran Avşar’ı göğüslemeye çalışırken, sırtından Kör Hüseyin’in sapladığı, döner bıçağının korkunç acısını duydu. Döner bıçağı, sırtından girmiş göğsünden çıkmıştı. Yadigâr son bir güçle önden saldıranı savurdu, ardından da kendisi düştü. Olayı seyreden genelev kadınlarının çığlığı yükseldi.
‘Tüm çarşı Yadigâr’ın vurulduğunu duymuştu’
Kör Hüseyin’in bir daha vurmak istedi. Yadigâr: “Ulan Kör, öldürdün beni. Daha ne istiyorsun?” diye söylendi. Saniyeler yüz yıl gibi uzuyor, kavga bitmiyordu. Yadigâr, ölümcül vuruşu, döner bıçağından almıştı ve o anda da düşmüştü. Böğrüne saplanan bıçak, ta derinlere uzanmıştı. Ağır yaralıydı. Faytoncu İsmail, hemen Yadigâr’ı faytona attı. Atları şaha kaldırdı, hastaneye doğru sürdü. Tüm çarşı Yadigâr’ın vurulduğunu duymuştu. Esnaf sokaklara çıkmış, kendinden geçmiş durumda, kanlar içinde faytona yığılmış Yadigâr’ın gidişini izliyordu. Herkes birbirine sorular soruyordu: “Kim yapmıştı? Nasıl olmuştu? Nerede olmuştu?”
‘Polis suçluları önüne katıp yukarı doğru sürdü’
Faytoncu Kabadayı faytonunu Kepçeli’ye sürdü. Geldiğinde kavga bitmişti, Yadigâr hastaneye gidiyordu. Pisik Ömer’in uşakları zafer çığlıkları atıyorlar, sevinç çığlıkları ile bağırıyorlardı. İlk muştuyu, ünlü Kabadayı Pulurlu Hafız’a verdiler: “Hafız Kızılbaşoğlu’nu vurduk, İşini” bitirdik.” Pulurlu Hafız yerinden kımıldamadan, umursamaz bir tavırla yanıt verdi: “Ulan siktirin gidin! Çekin gidin!” Pisik Ömer’in uşakları genelevi geçtiler. Ellerindeki kesicileri Mısmılırmak’ın yatağına doğru savurarak, aşağı doğru hızlı adımlarla kaçmaya çalışıyorlardı. Yeşeren tarlalar arasında yitip gitmek ister gibiydiler. Birkaç dakika sonra polis aşağıda önlerini kesmişti. Polis suçluları önüne katıp yukarı doğru sürdü. Biraz önce fırlattıkları kesicileri toplayarak olay yerine getirdi.
‘Ağır yaralı Yadigâr, anında ameliyat masasına alındı’
İsmail, ağır yaralı durumdaki Yadigâr’ı Numune hastanesine yetiştirmek için, atları kamçılıyor, zamanla yarışıyordu. Yadigâr faytonun içinde baygın bir o yana, bir bu yana devriliyordu. Kahvenin önünde, biraz önce “seninkiler aşağı gidiyorlar” diyen garson faytona atladı. Yadigar’ı kucağına aldı. Ağlayarak baygın yaralıyı kucağında tutmaya çalışıyordu. Çarşı ayağa kalkmış, geçen faytonu izliyordu. Ağır yaralı Yadigâr, anında ameliyat masasına alındı. Doğrudan başhekim Dr. Cahit Kızıldeli yaralıya ilk müdahaleyi yaptı. Kan böğründen oluk gibi akıyordu. Hastanenin önü ana baba gününe dönmüş, duyan işiten hastanenin önüne yığılmıştı. Herkes içeriden gelecek haberi bekliyordu gerilim içinde.
‘Dr. Kızıldeli’nin ilk kez bir ölünün başında ağladığını görülüyordu’
Hastanenin ameliyathanesinde Dr. Kızıldeli, sürekli kanı durdurmaya çalışıyor, kan veriyor, nabzını sayıyor, hemşirelere, teknisyenlere emirler yağdırıyordu. Kısa bir süre sonra, kan ağzından geldi. Dal gibi delikanlı, beyaz masada upuzun, cansız yatıyordu. Gözleri hafif aralıktı. Ela ile kahverengi arası gözler, donuk bakıyorlardı. Doktor Kızıldeli tuttuğu kolu hafice masaya bıraktı. Bakışları Yadigâr’ın sonsuza bakan gözlerine takıldı. Kendi gözlerinde yaşlar belirdi. Gözyaşlarını sildi. Elini Yadigâr’ın gözlerine uzattı. Yarı açıkgözlerini kapattı. Beyaz örtüyü üzerine çekti. Tüm personelin hayret dolu bakışları arasında, Dr. Kızıldeli içeriden çıktı. Dr. Kızıldeli’nin ilk kez bir ölünün başında ağladığını görülüyordu.
‘Yadigâr’ın çatal yürekli olduğu söylendi’
Anında hastanenin kapısında bekleyen kalabalığa Yadigâr’ın ölüm haberi ulaştı. Kalabalık arasında ameliyat masasında olan bitenler yayıldı. Yadigâr’ın çatal yürekli olduğu söylendi. Doktor Cahit Kızıldeli’nin ağladığı anlatıldı. O an, kalabalığın içinde bulunan Çavuşbaşılı Çetin Erkök (Lalığın oğlu’nun kaynıdır), Pisik Ömer’in karısı ile karşılaştı. Kadın Çetin’e Yadigâr’ın sonunu sordu. Çetin “ölmüş” diye karşılık verince Kadın: “Ohh, çok şükür! Kızılbaşoğlu gebermiş” diye bir nefes aldı. Gururlu ve dingin biraz ilerdeki evine doğru yürüdü.
Pisik Ömer’in evi
O günün akşamı Çavuşbaşı’ndaki Pisik Ömer’in evi dolup taşıyordu. Bir dizi hısım-akraba, eş dost geliyor, “geçmiş olsun” dileklerini iletiyordu. Pisik Ömer, her gelene kendi açısından olayın özünü anlatıyordu: “Biliyorsunuz, bu Kızılbaş bizim Avşar’ı dövmüştü. Neymiş, Mehmet Yıldız’ı dost tutmuş. Yıldız kendisinin dostuymuş. Zorla mı dost tutmuş yok. Tapulu malın mı senin? Öyleyse niye döversin Avşar’ı? İşte anası burada, Mehmet’e “git istediğin zaman al Yıldız’ı eve getir” dedim. Yıldız faytona binip bizim eve gelince Kızılbaşoğlu deliye dönmüş. Köpek gibi bizim çocuklara saldırıyor. Avşar’ı dövmesi de bu yüzden. Kendi tek başına dövse yine neyse. Çevresindeki Kızılbaş itlerle bir olmuş çocuğu dövmüşler. Hadise böylece başladı. Baktım Kızılbaş çetesinin dili pek uzadı, çocuklara emir verdim. “İşte size silah. Dört kardeşsiniz. Sizin de burada arkadaşlarınız, eşiniz dostunuz var. El içine bakıyorsunuz. Kızılbaşoğlu’nun dilini koparmazsanız, şu kapıdan içeri girmeyin. Benim oğlum değilsiniz.”
‘Kızılırmak’a doğru faytonla gidip gelmiş’
Çocuklar peşine düştüler, fırsat kolluyorlardı. Geçenlerde Hüseyin bunu sıkıştırmış. Motorun üzerindeymiş. Sırtından bir bıçak sallamış, ama motoru çalıştırıp kaçmış. Yoksa Hüseyin orada o saat gebertecekmiş. Bu sabah evden çıktılar. Avşar’la Hüseyin yanlarına dayılarını alıp Kepçeliye doğru gitmişler. Bu kahvesinin önünde duruyormuş. Bizim çocukları görünce, efendinin gücüne gitmiş. Hani kendi büyük kabadayı ya, kahvesinin çevresinde geziyormuş bizim çocuklar. Neyse efendim, bizim çocuklar geneleve doğru yürümüşler. Bu da arkalarından bir faytona binip onları takibe başlamış. Kızılırmak’a doğru faytonla gidip gelmiş. Mundar ırmağın üzerindeki köprüye geldiğinde bizim çocuklar bunu faytondan indirmişler. Yer misin, yemez misin! Çocukların üzerinde silahları var. Bu da nacağı çekip yürümüş. Ama bizim çocuklarla başa çıkabilir mi? Avşar bir yandan, Hüseyin bir yandan çekmişler bıçağı. Birinin elinde kılıç, ötekinin elinde şiş var. Avşar vurunca sendelemiş. Ardından Hüseyin vurmuş. Hüseyin ikinci bıçağı vurunca yalvarmış. ‘Ula Kör, öldürdün beni daha ne istiyorsun?’ demiş.
‘Sanki mutlu bir göçün hazırlığı yapılıyordu’
Tüm gelenler heyecanla anlatılanları dinliyorlar, çocukların durumunu soruyorlardı. Dayı Kör Hacı Hastanede yatıyordu. Yarasını ağır mıydı? Nasıl yaralanmıştı? Başına taş vurmuş. Biraz ağır ama Kör’e bir şey olmaz. O yedi canlıdır- diye yanıt veriyordu Pisik Ömer. Görevini yerine getirmiş bir ordu komutanı ciddiyetiyle sigarasını içiyordu. Hemen hiç gülmeyen asık yüzü, çok seyrek görülen mutluluk gülücüklerini dağıtıyordu. Evde hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu. Cezaevine yataklar denk yapılıyor, kap kacak ayarlanıyor, giysiler seçiliyordu, kimin avukat tutulacağı, mahkemenin seyri tartışılıyordu. Sanki mutlu bir göçün hazırlığı yapılıyordu. Ziyarete gelenler, sürekli yardım sözleri veriyorlar, Pisik Ömer’in yanında olduklarını bildiriyorlar, geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar. “İyi olmuş, çocukların ellerine sağlık” gibi sözlerle Pisik Ömer’i mutlu ediyorlardı.
Şekerci Mehmet Efendinin Evi
Gökçebostan’daki Şekerci Mehmet Efendi’nin evinde ağıtlar yükseliyordu. Duyan işiten, tanıyan tanımayan tüm Aleviler Şekerci Mehmet’in evine dolmuşlardı. Kadınlar ağlaşıyorlar, gençler sokakta dolaşıyorlar yaşlılar odalarda dertli dertli sigara içip olayı tartışıyorlardı. Giderek akşamın serinliği, akşamın karanlığı çöküyordu Gökçebostan’ın üstüne. Ne korkunç bir akşamdı, kaç kez yaşanmıştı Alevi geçmişinde böyle akşamlar? Sürekli olasılıklar tartışılıyor, kavganın seyri anlatılıyordu. Yenilmez bir Kızılbaş yiğit öldürülmüştü. Boşluğunu doldurmak olanaksızdı. Semtin ileri gelenleri durum değerlendiriyorlar; yorum yapıyorlardı: Sivas Muaviye çukuru canım! Her zaman Alevileri biçip ezdiler. Böyle bir yiğide dayanabilirler mi?
‘Pusuya düşürmüşler’
Sivas’ın bütün ileri gelenleri karar vermişler. Koca Sivas’a bir Kızılbaş mı hükmedecek? Hükümet meydanından başlayıp boylu boyunca yürüdü mü tüm kadınlar kızlar hayran hayran onu izliyor. Genç kızların düşlerini süslüyor. Sokaktan geçerken genç kızlar pencerelere yığılıyor. Mahalle aralarında kızların aşık olduğu söyleniyor. Hatta içlerinde verem olanlar var deniyor. Boy bos dal gibi. Bir de yürüyüşü var, görülmemiş. Buna bir dur demek gerekiyor. Bunca yıllık Sivas’ta bu görülmüş, işitilmiş şey değil. Bir Kızılbaş çıkacak, Sivas’ın bütün kabadayılarını alt edecek. Erzurum’dan Diyarbakır’a Ankara’dan Urfa’ya adını duyuracak” demişler. Şunu aradan çıkarın diye Pisik Ömer’in itlerine emir vermişler. Ne kadar para lazımsa yardım edeceğiz demişler. Günlerdir çocuğu takip ediyorlarmış. Pusuya düşürmüşler. Yoksa Yadigâr’a güç mü yeter?
‘Atları kamçılıyorum, Yadigâr’ı vermem ellerine’
Faytoncu İsmail’e olayın akışı anlatıyordu: “Beni çağırtmış rahmetli, akşamdan yorgun gelmiş, Kızılırmak’a doğru bir gidelim açılayım dedi. Faytona bindi, körüğünü yatırıp sürdüm. Akşam yeli esiyor. Göğsüne yel vuruyor. Yadigâr, rahat mısın dedim. “Yok İsmail canım sıkılıyor dedi. “Üç gün önce kötü bir düş gördüm, bilmem nasıl söylesem, ya tutuklanacağım ya da öldürüleceğim” dedi. “Allah etmesin Yadigar” dedim. Düşleri hayra yormak gerekir.” Rahmetli yanına bir şişe rakı, bir demlik su almış. Bir yudum rakı, bir yudum su alıyor. Öylece gidiyoruz. Biz Mundar Irmağı geçtik gittik. Geri dönüyoruz, tam köprünün üstüne geldik, birden o Mervan dölleri ortaya çıktı. Elimdeki kapçıyla bunlara bir iki salladım. Atları kamçılıyorum, Yadigâr’ı vermem ellerine. Ne var ki rahmetli laf söz anlamaz. Birden elimdeki kırbaca sarıldı. “Dur İsmail, yiğide kaçmaz yakışmaz” diye elimi tuttu. Üstünde de bir silah yok. “Arabada bir şey var mı İsmail” dedi. Hemen önde duran nacağı uzattım. Atladı faytondan aşağı. Allahım, neydi o? Sanki Şahımerdan yerinden kalkmıştı. Üçünü önüne kattı. O tarlaların içinde inek gibi kovalıyor. Bir an boş bulunup nacağı elinden attı. İşte ondan sonra çocuğu vurdular.”
‘Aralarından kırk yılda bir yiğit çıkmıştı, o da pisipisine harcamıştı’
Yaşlıların kimi ölümü sarhoşluğuna kimi, kurulan kancık tuzağa bağlıyordu. Bitip tükenmeyen yorumlar birbirini izliyordu. Yaşanmaması gereken bir yenilgi yaşanmıştı Alevi halk arasında. Alevi toplumsal yaşamında genelev yoktu, dost tutmak yoktu, kabadayılık yokta, ama yiğitlik vardı. Aralarından kırk yılda bir yiğit çıkmıştı, o da pisi pisine harcamıştı. İşte bu olmamalıydı.
İnanılmaz ölüm töreni
Kızılbaşoğlu’nun yaşamı böylece 29 yaşında son buldu. Ölüm törenine Pulurlu Hafız da dahil olmak üzere tüm kabadayılar katıldı. “Su testisi suyolunda” atasözüne inanmak istemeyen kabadayılar, kendi başlarına gelmeyen bir yıkımın mutluluğu yanında, iç sızısı geçiriyorlardı. Gün olur, kendi başlarına da aynı olay gelebilirdi. Kaç kez bıçak ucundaki ölümden dönmüşlerdi. Nerede biteceği belli olamayan bir yolculuğun isteksiz yolcuları gibi bir duygu yaşıyorlardı o an. Ortada genç bir ölüden başka bir şey yoktu.
‘Ağıtlar yakıyorlar, Yadigâr’ın kanını yerde bırakmama yeminleri ediyorlardı’
Gökçebostan sokakları insanlarla dolup taştı. Gençler, yeni yetmeler Yadigâr’ın ölüsünün kaldırılacağı evinin önündeki kavak ağaçlarına sığırcıklar gibi tünediler. Son kez tabutta Yadigâr’ın tenini görmek istiyorlardı. Kadınlar, kızlar evlerin pencerelerine yığılmış ağlaşıyorlar, ağıtlar yakıyorlardı. Kabadayılığa özenen gençler gözyaşlarını tutamıyorlar, intikam yeminleri ediyorlardı. Yadigâr’ın küçük evi ağıtçılardan geçilmiyordu. Koru komşu çevre kentlerden gelen konukları ağırlıyorlardı. Bir dizi genelev kadını da yas evine gelenler arasındaydı. Ağıtlar yakıyorlar, Yadigâr’ın kanını yerde bırakmama yeminleri ediyorlardı. Bu törende Gökçebostan’ın ev kadınları ilk kez genelev denen o acayip yerin kadınları ile yüz yüze geliyorlardı. Onlar da etten kemikten, ama boyalı, cilalı kadınlardı. Sigara içiyorlar, yırtık tavırları ile Gökçebostan’ın sokakları dışına çıkmamış kadınları şaşırtıyorlardı. Bir başka tür kadınlardı bunlar.
‘Yadigâr’ın kanı yerde mi kalacaktı?’
Kızılbaşoğlu’nun yaşamı yalnızca Sivas halkı arasında kaldı. Yadigâr’ın ölümüne Aleviler çok üzüldüler. Ama onu efsaneleştirenler Sünniler oldu. Çünkü kabadayılık geleneği kentin Sünni kesiminde vardı. Alevi toplum yapısı böyle bir kurum için elverişli değildi. Sokaklar, kabadayı çıkarmak için birbiri ile yarışıyordu. Yadigâr ise, gerçek anlamda bir kabadayı idi ve efsane ögelerinin tümünü yaşamında barındırıyordu. Yadigâr’ın ölüsü Gökçebostan mezarlığına gömüldü. Halk arasına korkunç bir ürkeklik çöktü. Ne yapılacaktı? Yadigâr’ın kanı yerde mi kalacaktı? Herkes bir öç alınmasından yanaydı ama kim öç alacak belli değildi.
Yadigar’a ağıt…
Aylarca taş plaklarda bir destanın ezgisi yankılandı:
Yolumun üstüne pusu kurdular
Üçkardeş bir olup beni vurdular
Biricik yavrumu yetim kodular
Yadigâr’ım sana nasıl kıydılar
Kızılırmak gibi akıyor kanım
Dostlar, dizlerimde yoktur dermanım
Artık bu dünyadan geçti kervanım
Mezarım üstüne yazın fermanım
Bükülmezdi Yadigâr’ın bileği
Çatal çıktı yiğidimin yüreği
Yıkıldı mı Alibaba’nın direği
Yadigâr’ım dedim yine vurdular
Doktor Kızıldeli yaram bağlıyor
Bu dert yüreğimi yakıp dağlıyor
Eşim dostum toplanmış ağlaşıyor
Yusuf oğlu Ali coşup çağlıyor
‘Yılgın Aleviler korkulu gözlerle birbirine bakıyorlardı’
Gökçebostan’ın kara yasa battı. Dedikodular günlerce sürdü. Karşıtlarının Yadigâr’ın mezarını açıp başını kesecekleri söylentisi yayıldı. Halk belleği olaya dinsel-mitolojik boyut kazandırıyordu. Yadigâr’ın ölümü ile Kerbela kıyımı arasında koşutluk kuruluyordu. Yadigâr’ın öldürülüşü tarihsel Yezit kıyımlarından biri gibi algılanıyordu. Yılgın Aleviler korkulu gözlerle birbirine bakıyorlardı. 30 Nisan 1959 günü çıkan Ülke gazetesinde bozuk bir Türkçe ile şu haber yer aldı: Şehrimizde dün işlenen feci cinayet: Bir kişi öldü biri ağır yaralı. Dün Şehrimizde işlenen cinayette bir kişi ölerek bir kişide ağır surette yaralandı. Genel Evinde sermaye bulunan Yadigâr Aykutlu’nun dostu Yıldızı Mehmet Çalık oğlunun dost tutmasından dolayı aralarında zuhur eden husumetten mutedila defalar kavga ve münakaşa ettikleri görünmüştür.
Kızılbaşoğlu Yadigar: Beni Avşarınan Hüseyin vurdu
Yine dün suçlulardan Hüseyin Çalık oğlu Avşar Çalık oğlu ve hacı ismindeki şahısların halifeliğe doğru gittiklerini gören Yadiger faytonla takibe koyulmuştur. Genel evi civarında Yadigerin faytonu eğleterek münakaşaya başladığı görülmüştür. Bu sırada elinde kama bulunan Hacı saldırmıştır. Yadiger bu sırada Yadiger yerden taş alarak Hacının kafasına vurmuştur. Bu sefer öbür şahıslar Yadigere hücum etmişler ve Yadigeri üç yerinden yaralayarak kaçmışlardır. Yaralılardan Yadiger ile Hacı kama halinde numune başhastanesine kaldırılmıştır. Hastahanede 15 dakika yaşayan Yadigerin son şu sözü olmuştur. Beni beni Avşarınan Hüseyin vurdu demiş ve ölmüştür. Öteki yaralı ağır surette yatmaktadır. Kaçan katiller şiddetle aranmaktadır.
Yadigâr Aykut (1930-1959)
Şimdi Sivaslıların Yukarı Tekke dedikleri Abdulvahap Tekkesi mezarlığında sıra sıra mezarlar arasında sessiz bir mezar yatıyor. Yıllar önce, Höllüklükteki mezarlık kaldırıldığında buraya getirilmiş mezarlar arasındaki mermer mezar taşında yalnızca şunlar yazılı: Yadigâr Aykut (1930-1959). Yadigâr’ın kahvede asılı fotoğrafı, yalnızca bir anının yaşamasıydı. Kardeşi Baki kahveyi işletiyordu. Müşteriler ise, eski günlerin havasını solumak için gelmiş kimseler. Oysa uzam, insanla anlam kazanıyor. Ruhsuz bir uzamın insana söyleyeceği bir şey yok. İlk kez kahveye gelenler Yadigâr’ın görüntüsü önünde durup dakikalarca kafasındaki canlandırdıkları insanı, fotoğrafla birleştirmeye çalışırlardı. Yakından tanıyan arkadaşları ise bakışlarını bu görüntü üzerinde yoğunlaştırdıklarında sürekli gidip gelen anılara dalarlardı. Var mıydı, yok muydu; yaşanmış mıydı, düş müydü, bir türlü karar veremezlerdi.
‘Garson, boş bir masaya davet etmişti’
Bir kış günü, kahvenin önünde iki fayton durdu. Faytondan kelli felli adamlar aşağı inip, küçük dağları yaratmış havalarda içeri daldılar. Kahvenin olağan müşterileri şaşırmışlardı. Buralara bu türden kimseler pek gelmezdi. Hele biri vardı ki, dağ gibi bir adamdı ve faytondan eğilerek zor inmiş, coşku ile içeri girmiş, İçeriye şöyle havalı bir selam vermiş ve: “Bir çay içmeye geldik” diye açıklamıştı. Ocakta çalışan Baki, uzaktan selamladı gelenleri. Garson, boş bir masaya davet etmişti. İyi giyimli, bakımlı bu adamlar, kahveye uymayan adamların gelmesi ile içende bir tedirginlik yaşandı. Kahveye dağılmış olağan müşteriler yorgun gece kuşlarını andırıyorlardı. Onları buruya bağlayan bir anıydı yalnızca. İri yarı adam, masadan kalkıp şöyle ortalığı süpürür gibi bir döndü ve Yadigâr’ın fotoğrafı karşısında durdu. “Ey gidi, ikinci Ali seni de götürdüler…” diye yüksek sesle kendi kendine söylendi.
‘Kahveye ağır bir hava çökmüştü’
Bir anda kahvede sesler kesildi. Herkes kulak kabarttı. Fotoğrafın önünde sevgi ve acıma sözlerinin söylendiği çok olurdu. Ama bu tümcelerin sevgi sözü olup olmadığı belli olmuyordu. Ocakta çalışan Baki, kulak kabartmaya başladı. Adamın ikinci tümcesi açıklık getirdi konuşmanın söylemine: “Avradını … Kızılbaşları, ikinci Ali’nizi de geberttiler…” Kahveye ağır bir hava çökmüştü. Arkadaşları iri yarı adamı yerine oturttular. Arkadaşlarının konuşmasına engel olmak istiyorlar, ağzını tutmaya çalışıyorlardı:
“Yapma Kadir ağa”
Ne ki, zengin bir köylünün oğlu olan Budaklılı Kadir Ağa’yı susturmak olanaksızdı: “Ne korkuyorsunuz ulan…” diye arkadaşlarını azarlıyor “açıkça söyleseniz ya, arkadan konuşacağınıza. Onlar ana bacı tanımaz…” Kahvede her şey durmuştu. Kimse ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Deli Kadir adı ile bilinen Kadir Ağa suskunluktan iyice yüreklenmiş ağzına geleni söylüyordu. Kahvenin genç müşterilerden biri yerinden kalkıp Deli Kadir’in bulunduğu masaya geldi, çatık kaşlarla sordu: “Sen kime sövüyorsun, niçin sövüyorsun?” “Size lan, tümünüzün anasını avradını…” Deli Kadir, ayağa kalktı. Genç adam yanında çocuk gibi kalıyordu. Ama genç adam aldırmadı: “Ben de senin lan…” diye karşılık verdi. O anda da çay bardağını kaptı. Faytonla gelenler tümü dışarı çıktılar.
‘Baki Çarşı karakoluna bacakları titreyerek girdi’
Genç adamla göğüs göğüse pençeleşme başlamıştı. Genç adam üzerine yürüyor, Deli Kadir adım adım geriliyordu. Karşılıklı küfürleşerek yüz metre kadar geri geri gidildi. Bu sırada ocakta çalışan Baki, eline aldığı bir sopa ile genç adamın yardımına koştu. Küfürleşmenin en yoğun anında Deli Kadir’in kafasına sopayı indirdi. Deli Kadir, horoz gibi bir kez sıçrayıp “güm” diye düştü. Tüm arkadaşları dağıldı. Baki yeniden ocağa döndü. Ocakta elini yıkarken, polisler kapıda göründü. “Gel bakalım ocakçı, Müslümana kılıçla vurmak neymiş!” diye karakola çağırıyorlardı. Baki Çarşı karakoluna bacakları titreyerek girdi. O eski ahşap yapıya hep ziyaretçi olarak gitmişti. İlk kez suçlu olarak götürülüyordu. Polis dayağına alışık değildi. Ağabeyi Yadigâr’ın çığlıklarının duyulmaması için, eski bir motosikletin çalıştırılıp, çığlık seslerinin gürültü ile kapatıldığını çok iyi bilirdi.
‘Cop sesleri gümbür gümbür iniyor, Baki’nin bağırtısı yükseliyordu’
Karakolda iki Poşa ile karşılaştı. Sivas’ta Poşa adı verilen bu Çingeneler yalancı tanık olarak getirilmişlerdi. Urfalı komiser Mehmet, bacakları titreyen Baki’ye hafiften gülümseyerek baktı: “Ne o Baki, kılıçla adam vurmak kolay mı? Gel bakalım komiser odasına” Baki biraz rahatlamış içeri girdi. Komiser, boş odada: “Ne yaptın Baki? Adam ölüyor. Hastaneye kaldırdık.” “Komiserim vallahi, kılıçla vurmadım. Adam içeri girdi, hiç yoktan anamıza avradımıza, dinimize imanımıza sövmeye başladı.” Dışarıda bekleyen çingeneler, içenden gelen çığlık sesleri ile ürperdiler. Cop sesleri gümbür gümbür iniyor, Baki’nin bağırtısı yükseliyordu. Birkaç dakika sonra, komiser dışarı çıktı. Çingenlerin renkleri atmıştı. “Ulan sıra sizde. Siz kahvede yokmuşsunuz. Doğru mu? Sizi de benzeteyim mi?” diye elindeki copu salladı. İki çingene korku içinde: “Komiserim biz yoktuk… Görmedik. Bize para söz verdiler…” diye titremeye başladılar. Komiser: “Ulan defolun şimdi” diye kovdu. Birkaç dakika sonra Baki karakoldan çıktı. Kendisini bekleyen genç adama: “Sorma, ucuz kurtardık. Komiser copu masaya indirdi, ben bağırdım, poşalar da korkup kaçtılar” dedi.
Kabadayılığa Özentili
Yağışlarla birlikte Sivas sokaklarının çamur kaplar. Arnavut kaldırımı sokaklar vıcık vıcık çamur olur, hele Kepçeli tümden çamura bulanırdı. Sivas güzlerinde umut yoksullaşır, yaşam sararırdı… Köyden kente akın etmiş, kentin dışlarına derme çatma evler yapmış aileler için daha da zordur yaşam. Bir iki yıl önce kente yerleşmişlerdir. Çeşitli devlet kurumlarının en alt katmanlarında çalışan ve şehirli olma savaşı veren yalın insanların görüntüsü gerçekten hazindir. Erkekler pala bıyıklarını terbiye edilip küçültürler, kadınlar köylü fistanlarını atıp düz giysiler giyerler, birbirleri ile yapay bir “hanımlı” “beyli” sözlerle konuşurlar.
‘Ölümü bekleyen bir hasta gibi sessiz uzanmıştır’
Köylülüğün iliklere kadar işlediği bir ortamda, -sözde- “şeherlilik” yaşar. Dört beş aile, ancak bir ailenin sığabileceği bir binada oturur; her biri, bir- iki gözlük bir yere sıkışmıştır, avuç içi kadar odalarda insanlar tıkış tıkış yaşarlar. Ortak tuvaletlerin üçbeş metrelik bahçe duvarına yaslandığı konutlarda, her sevişmeye birkaç kişi; her yellenmeye on onbeş kişi kulak misafiri olur. Genellikle tek katlı evlerin merdivenleri dışardadır. Her kapıdan birkaç aile girip çıkar. Evlerin donanımı birbirini andırır. İki odadan biri salon işlevini görür. Konuklar burada ağırlanır. Bir kıyıda oturacak sedir bulunur. Hemen köşede, belli bir varlık ve kentlilik göstergesi olan demir karyola yer alır. Üzeri dantelli, ya da nakışlı örtü ile örtülmüştür. Ölümü bekleyen bir hasta gibi sessiz uzanmıştır. Karyolanın üzerine oturmak, görüntüsünü bozmak görgüsüzlük sayılır. Bir kuğu gibi süzülür. Duvarda minik görüntülerden oluşan, aile fotoğrafları bir çerçeve içinde sergilenir. Bu çapraşık görüntü içinde çocuklar okutulacak, memur yetiştirilecek, hükümette yer sahibi olunacak, gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşam düzeyi sağlanacaktır.
‘Yarım gözlerle bakarlar bu küçük insanların dünyasına’
Köyden kısa süre önce göçmüş yeni şehirlilerin değişmez görüntüsüne sığmayan, okuma çağını aşmış, yaşı on altılara dayanmış gençlerdir. Çerden çöpten dünyanın ilkel görüntüsü onların çok gerisindedir. Eve gelen konuğa çayın yanında birkaç bisküit sunmanın lüks sayıldığı ana-babaların dünyası küçük mü, küçüktür onların gözünde. Dişlerinin arasından gülerek, yarı utanç, yarı iğrenme duyguları ile yarım gözlerle bakarlar bu küçük insanların dünyasına. Ekmeği bakkaldan almak yerine köylerden getirilmiş undan hamur yapıp mahalle fırınında pişirten, 125 kuruşun hesabını yapan, bulgur pilavına inadına kaşık sallayan, yere pehlivanca bağdaş kuran insanların yaşantısı, bağışlanmaz bir ilkelliktir onun için.
‘Sessiz bir iletişim, bozuk ilişkiler ağını güçlükle ayakta tutar’
Yeni yetmeler genellikle pek konuşmazlar büyüklerle. Sessiz bir iletişim, bozuk ilişkiler ağını güçlükle ayakta tutar. Evden çıkacağı sırada evde kuruş kuruş biriktirilmiş paradan bir parça almayı ihmal etmez. Üzerine deri ya da yapay deri gocuğunu giyer. Evden böylece çıkar. Birkaç ev sonra ağzına bir sigara yapıştırır. Evden çıktığı an, evde bir rahatlama olur. Ev sahipleri konuklara açıklama yapmak zorunda kalırlar: “Çok şükür gitti, aç itin kabadayısı. Bizim hayatımızı beğenmiyor, giderken iki buçuk lira aldı. Sanki kazanmış koymuş da beğenmiyor.”
‘Kızılbaş ailenin yeni yetmesi yiğitlik yarışına adım atarken yolunu da seçmiş’
Giyilen deri ceket, parmaktaki eşek nalını andıran altına görüntüsü verilmiş şövalye yüzük, cepteki Kulüp sigarası bir zenginlik göstergesiydi. Köyden yeni göçmüş yoksul ailelerin kabadayılığa özenen yeni yetmeleri dışardan bakınca çok kazanan varlıklı biri gibi gözükürlerdi. Eve gelen konuklar, delikanlının gösterişine bakar sorarlardı: “Deri gocuk, altın yüzük ne iş yapıyor sizin oğlan? Maşallah iyi kazanıyor anlaşılan?” Ana baba içi yanarak yanıt verirler: “Ne bilelim bir şeyler yapıyormuş. Biz de tam bilmiyoruz. Neyse, evden çıktı mı biz rahatlıyoruz. Sorma gerisini… İçi bizi yakar dışı eli…” Bu atasözü yüz sözün önünü kesecek keskinlikte olurdu. Söz değişirdi. Hatun’un oğlu, böyle yetişiyordu. Kızılbaş ailenin yeni yetmesi yiğitlik yarışına adım atarken yolunu da seçmiş, Kızılbaş kabadayılar arasında değil de Sünni tarafı seçmişti. İhanet miydi bu, yoksa korku mu, uyuşma mı, içtenlik mi, her yanda ayrı dedikodular dönüyordu. Kızılbaş gençler için bağışlanmaz bir ödleklik örneğinden başka bir şey değildi.
Yerde Kalan Kan
Yadigâr’ın ölümünün ardından öksüz ve başsız kalmış bir dizi delikanlı bunalımlar yaşıyorlardı. Rakı sofraları kuruluyor, pikaplara acıklı taş plaklar konuyor, kafalar dumanlanıyor, ilerleyen saatlerde bunalımlı ağıtlar yükseliyor, intikam yeminleri birbirini izliyordu. Çökelek Turan, Kızılbaşoğlu Veli, Kara Hasan, Hatun’un oğlu Hüseyin bu meclislerin ayrılmaz konuklarıydı. Bunlara, bir bayrak yarışını sürdürmek ister gibi Yadigâr’ın küçük kardeşi Enver de katıldı. Yadigâr’ın yiğitlik, mertlik ve eli açıklığına hayran bir dizi Sünni kökenli genç de bu sofradan ayrılmıyorlardı. Ama topluluk genelde Kızılbaş kabadayı adayı gençlerden oluşuyordu. Sivas tarihinde ilk kez Kızılbaşların kabadayılığa özen dönemi başlıyordu.
‘Yadigâr’ın öcü alınmalıydı, ama nasıl?’
Bunların tümünün hedefi aynıydı: Yadigâr’ın öcünü almak! Bu öcün alınması ile tarihin akışı değişecekti. İlk kez Kızılbaş kanı yerde kalmayacaktı. İnanca göre, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve en önemlisi Sivas toprağının yetiştirdiği en büyük ozan Pir Sultan Abdal şehit edilmiş, ama tümünün kanı yerde kalmıştı. Sivas’ta yaşanan bir kan davasıydı artık. Yadigâr’ın evi baş sağlığına gelenlerle dolup boşalıyordu. Her gelene aynı olaylar anlatılıyor, her kafadan bir söz çıkıyordu. Yadigâr’ın öcü alınmalıydı, ama nasıl? Aile içinden yetişkin biri yapsa kan davası suçundan ipi boylayacaktı. Dışardan kim yapacaktı?
‘Alevilerin sindirildiği bir ortamda Eşkıya Muharrem adı bir kurtarıcı gibi dalgalandı’
Sivas’ın Yusufoğlan köyünden biri dağa çıkmış eşkıyalığa başlamıştı. Muharrem adındaki adam, ormandan izinsiz ağaç kestiği için korucuların hışmına uğramış, onlarla çatışmış, bir orman korucusunu öldürmüş, ardından dağa çıkmıştı. Dağda kendisi gibi dağa çıkan iki kanun kaçağı ile birleşip eşkıyalığa başlamıştı. Eşkıya Muharrem Alevi’ydi. Eşkıya Muharrem’in yiğitlikleri kısa süre sonra Alevi mahallelerde anlatılmaya başlandı. Anlatılanlara göre Eşkıya Muharrem jandarmalarla çatışmaya giriyor, onları dağıtıyor, ilahi bir yiğitlik gösterisi sergiliyordu. Alevilerin sindirildiği bir ortamda Eşkıya Muharrem adı bir kurtarıcı gibi dalgalandı Aleviler arasında. Yadigâr’ın yakınları onunla bağlantı kurma çabasına girdiler.
“Bu öcü Eşkıya Muharrem alsın. Zaten hayatını bu yola koymuş. Yadigâr’ın kanını yerde koymasın!”
Aracı olan kişiler Eşkıya Muharrem’in paraya ihtiyacı olduğunu söylüyorlar, Yadigâr’ın çevresinden sürekli para sızdırıyorlardı. Ama günler haftalar geçiyor, bir türlü Eşkıya Muharrem Sivas yakınlarında gözükmüyordu. Bir süre sonra Eşkıya Muharrem’in birlikte eşkıyalık yaptığı iki arkadaşını da öldürdüğü duyuldu. Ama halk belleği buna da bir kılıf buldu. Sözde, onlar Muharrem’i vurmak istemişlerdi de, Muharrem onların işini bitirmişti…
‘Cam gibi donuk bakışlarla kendisini izleyenleri seyrediyordu’
Bir sabah okula giden öğrenciler, Cıbırlar Parkı yanında yer alan astsubay bahçesi önünde, bir kamyonun üzerinde oturan dağ gibi bir adamı, seyreden insanlarla karşılaştılar. Öğrenciler arasında bulunan ortaokul öğrencisi Güven Karabenli, merakla kamyona yaklaştı. Adam, ayakları uzanmış, kamyonun sürücü bölümüne yaslanmış duruyordu. Belden yukarısı çıplaktı. Pala bıyıkları yukarı kıvrılmıştı. Cam gibi donuk bakışlarla kendisini izleyenleri seyrediyordu. Garip bir görüntüydü. 13 yaşındaki çocuk biraz daha yaklaştı. Adamın gözlerine baktı. Adam cansızdı. “Kim bu adam diye ağabey diye kamyonun başında nöbet bekleyen askere sordu. Jandarma: “Eşkıya Muharrem!” diye karşılık verdi. Sivas’tan gönderilen küçük bir jandarma birliği Muharrem’i bir pınar başında kıstırıp öldürmüştü. Ölüsü teşhis için Sivas’a getirilmişti.
‘Halk on kuruşa satılan gazeteye akın ediyordu’
Kamyonun başına halk akın ediyordu. Sünniler küfürler yağdırıyorlar, Alevi kadınlar içleri ezilerek, kamyonun arkasında yatan dev gibi adama bakıyorlardı. Kıvrık bıyıklı, dev yapılı adamın gözleri açıktı. Muharrem, Buda yontusu gibi, kamyonun içinde otururken bir çocuk koltuğunun altında tuttuğu gazeteden bir tane havaya kaldırıp bağırdı: “Gaste yazıyor, eşkıya Muharrem’i öldüren jandarmanın anlattıklarını yazıyor.” Halk on kuruşa satılan gazeteye akın ediyordu. Jandarma çavuşu, yerel bir gazeteye öldürülüş olayını anlatmıştı. Anlattığına göre, Eşkıya Muharrem öyle yiğit bir adam da değildi. Jandarma, uzun bir izleme sonucu kıstırıp mıhlamıştı. Ama ezilmiş halk ruhu onu allayıp pullamış destansı bir kahraman yaratmıştı. Yadigar’ın yakınları için, Eşkıya Muharrem söylencesi ve ona bağlanan uzak umut da bitti. Kısa süre sonra adı unutulup gitti. (Kaynak: Sivas Kabadayıları)