Sivas’ın Kabadayılarından Kızılbaşoğlu Yadigar, ömrüne sığdırdığı deli dolu yaşamıyla, ölümünün ardından destanlara konu oldu.
Yadigâr’ı vurdular!
Yadigâr’ı vurdular!
Dalga dalga yayılıyordu haber.
Selvi ağaçların yapraklarını hışım hışım sallayan rüzgâr ses veriyordu
Yadigâr’ı vurdular!
Yadigâr’ı vurdular!
Konduların darvaz kapılarından çıkanlar, akın akın koştular Yadigâr’ın baba ocağına…
Yaşlılar, baston sallayarak, siyatikli bacaklarının pergelini açmışlardı.
Yadigar’a ağıt
Kadınlar saç baş yoluyordu.
Çocukların gözlerinde bir hışım, bir kızıl ışık saçıyordu.
Yadigâr’ı vurdular!
Yadigâr’ı vurdular!
Kim, kim vurmuş?
Kim vurabilir?
Kim yanaşabilir yanına?
O, bir kahramandır yenilmez!
O, efsanedir aman vermez!
Yadigâr’ı vurdular!
Yadigâr’ı vurdular!
Kim kıydı bu yiğide?
Sivas’ın yiğit evladına kim yapar bunu?
Gökyüzünün maviliğini temsil eden Gökçe;
Gökçebostan Mahallesinin garipler babası.
O, Robin Hood’tur.
Zenginden alır fakire dağıtır.
O, Roma zindanlarını yıkan, zincirlerini kıran Spartaküs’tür.
Haksızlığa karşı durur, ezilenleri korur.
Tuzak kurmuşlar kalleşçe!
Pusu kurmuşlar adice!
Fayton içinde saldırmışlar.
Kabadayılık namını yürütmek isteyenler arasında, ister yiğit olsun, ister ödlek olsun; nam salmak için Yadigâr’ı öldürmesi gerekiyordu.
Kalleşlikle kazanılan hiçbir “nam” yazılamazdı kabadayılıkla bir arada.
Ölüm ölümsün eyvallah.
Gelmişsen hoş eylenesin.
Amma velâkin; geleceksen güzel gelmelisin.
Yeter ki adın “kalleş” olmasın.
Temeltepe’de bir ünlü aktör
Askerliğini Sivas Temeltepe’de yapan ünlü aktörlerden biri, namına güvenerek, üstü açık cilalı Amerikan arabasıyla fink atıyordu. Kızlara kur yapmaktan geri kalmaz, zamparalıkları dikkat çekiyordu. Yadigâr’ın kulağına gitti. Haber saldı “gelsin” diye ve geldi vakit geç olmadan.
Halk mahkemesi değildi onun ki; işi başından aşmış hâkimlerin, savcıların işini kolay yoldan, kolay dilden, kolay usulle hal yoluna koymaktı.
“Eğil” dedi eğildi ünlü aktör. Ne fısıldadıysa kulağına; hatasını anlayan aktör, çocuk gibi babasında dayak yerine nasihat aldı ve “memnuniyetle” dedi huzurundan ayrılırken.
Ve askerliği bitene kadar, düzenli olarak her ay belli bir miktar para getiriyordu. Kızılbaşoğlu Yadigâr, Temeltepe’de vatani görevini yapan yoksul askerlere dağıtıyordu ünlü aktörün diyetini.
Yadiğar’ı vurdular
Yadigâr’ı vurdular!
Yadigâr’ı vurdular!
Tabi ki tuzak kurmuşlar; yoksa mümkünatı yok; vuramazlar Yadigâr’ı.
Diyorlar ki; sarhoşluk anına getirmişler.
Diyorlar ki; kerhaneciler planlamış.
Deli bokunda boncuk arar gibi, dedikodu aramayın ulan.
Yüreğim yanıyor yüreğim.
Kodum mu şimdi bastonu, akıtırım pekmezini.
Durun gardaşlar durun.
Daha kalkmadı naaşı yerden.
O, bir bize mi yardım ediyordu?
Bir bakraç yoğurt, bir kuzu, bir tavuk satmak için yaya gelen köylüleri dolandıranları bulup çıkartan, köylünün cebine harçlık koyan Yadigâr değil miydi?
Yiğidin yasını tuttular
Çarşıda bile yas varmış yas!
Dükkânların saç kepenkleri inmiş. “Yiğide pusu kurulmaz” der, hayıflanırlarmış.
Kumarhaneler kepenk indirmiş, kulağını çektiği kumarbazlar içe kapanmış.
Meyhanelerde müzik çalınmıyormuş.
Berduşlar, ayyaşlar, dilenciler, bilumum yoksullar yardım kasası,
Kabadayılar Kıralı Yadigâr’ın öldüğüne inanmıyorlarmış.
“Bizi kandırmazsınız” diyerek çarşının altını üstüne getirmişler.
Polis bile baş edemez olmuşta, askeriyeden destek istemiş.
Yetimler Yurdunun öksüzleri suskunluk içinde, içli içli ağlıyorlarmış.
Ağlayın çocuklar ağlayın.
Ağlayın bacılar ağlayın. Yolun saçlarınızı. Bugün bizim ölüm günümüz.
Heeytt; kimse ağlamasın diye gürledi eski kabadayı Hüso Dede
Kimse yolmasın saçını başını.
Yakışmaz bize karalar bağlamak.
Yakışmaz bize Yadigâr’ın yasını tutmak.
Yakışmaz bize intikam almak.
Bir gider bin geliriz
Doğuracaksınız!
Anladınız mı beni?
Yadigârlar doğuracaksınız.
Ağlamasın kimse bugün bizim düğün günümüz.
Rahat bırakmazdı şehrin züppeleri.
Rezilce sataşır, kızdırmak isterlerdi.
Arkadan dürterlerdi çakıların ucunu.
Aldırış etmezdi zavallılara.
Serserilerin seviyesine düşecek değildi ya!
O, gerçek bir Kabadayı idi.
Yiğit adamların az olur yiğit dostu.
Onun da yoktu kendi gibi yiğit bir dostu.
Diyorlar ki; ceketi yokmuş yanında.
Diyorlar ki; hançerini düşürmüş; ya da çalmışlar.
Ahhh ah… Bıçak, kama, tabanca, gerekmezdi ona hançer-mançer.
Olsaydı ceketi yanında!
Şööyle bir sallardı ceketini hasmının üstüne, çekerdi boynunu el ense, alırdı kollarının arasına; “tövbe” ettirene kadar sıkardı boğazını.
Çok ileri gidenler olursa, ölümüne gelmişlerse üstüne; iş değişirdi o vakit. Bir elinde hançer, bir elinde ceket!
“Heeyyt” diye bir nara patlatır; gelsin bakalım kim ve kaç kişiler ise.
Yadigâr’ı vurdular kalleşce!
Yadigâr’ı vurdular!
Köyünden kopup gelmişlerdi köy fukaraları.
Şehirli olmuşlardı. “Köyler eski köy olmaktan çıktı, gelecek şehirde şehirde.”
“Çocukların okuması gerekiyor gardaş; olmasınlar bizim gibi maraba”
“Okumalı, çocuklarımız okumalı, devletin bir kapısına yamanmalı”
“Olsun olsun da hademe olsun gardaş.”
“Köy yerinde bir ağanın kapısına çoban olacağına devlet kapısına uşak olsun.”
“Kim bilir, belki okur. Okurda adam olur.
Hâkim olur, savcı olur. Askeriyeye bilem girer”
“İnşallah benim oğlan doktor olur”
“Kızın kızın olmasın mı gardaş?”
“Kız kısmından ev karısı olur gardaş”
Kızılbaşoğlu Yadigar’ı vurdular!
Yiğidimizi vurdular!
Yadigâr’ımızı vurdular!
Köy göçerleri, elde avuçta ne varsa döktüler bir toprak ağasının avucuna.
Aldılar, bir evlik arsa sahibi oldular.
Konu komşu, eş dost, akraba, kadın, erkek, genç, yaşlı, çoluk-çocuk giriştiler imece usulü. Kimi saman karışımı çamur kardı.
Kimi kalıp döktü kerpiçlere.
Kimi su taşıdı gözelerden.
Kadınlar yemek pişirdi çalışanlara.
Kızlar çay servis ettiler.
Oğlan çocuklarının beli incinmiş olmalı ki; yatağa çöğdürdüler gece uykularında.
Yaşlılar bilgeydi. Bastona dayanmış akıl veriyorlardı:
“O merteği şuraya koy şuraya”
“Oğlum, ben, köyde böyle mi öğrettim sana” Diye baston sallıyordu.
Yaşlılar deyip geçmemek gerek.
Her biri neler neler görmüştü?
Neler neler yaşamıştı?
Neler neler tecrübe edinmişti?
Her biri bir tarihti tarih.
Okunması gereken tarih!
Yiğitler ölmez
Türkülerin, kitapların kaynağı idiler.
Bir kenara atılmamışlardı henüz.
Sözü dinlenen, saygı gösterilen babaydı, dedeydi, emmi-dayı idi onlar.
Mahallenin büyüğü, küsleri barıştıran, kavgaları önleyen; haklıyı-haksızı ayırt eden, kız istemeye giden elçiydi.
Mahkemelerde bile onlardı bilirkişi.
Kim diyorsa “Yadigâr öldü” diye, beni bulur karşısında!
Yadigâr ölmez.
O, bizim Yadigârımız. Yadigârlar ölmez.
O, bizim kahramanımız. Kahramanlar ölmez.
Sokaklar karınca sürüsü gibi, çocuklarla doldu
“Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı”
Bakmayın türkünün bina dediğine.
Gökçebostan, Alibaba ve diğer yerleri mahalle yapan kerpiç evler, tek katlı, kom görünümündeydi.
Olsun babam olsun. Olsunda “kom” olsun. Yeter ki başımızı sokacak bir odamız olsun.
Oldu…
Evleri oldu.
Bahçesi oldu.
Bahçelerde selvi ağaçlar boy verdi.
Meyve ağaçlar meyve verdi.
Kadınlar döl tuttu.
Her iki senede bir çocukları oldu.
Sokaklar karınca sürüsü gibi, çocuklarla doldu.
Çocukların kendi dünyası oldu.
Sokak oyunlarını icat ettiler.
Topaç çevirdiler.
Met oynadılar.
Uçurtmanın özgürlüğünden ilham aldılar.
“Kuşbazlık” diye bir meslek icat ettiler.
Futbol vazgeçilmez tutkuydu.
Sakızdan çıkan artist kartlarından “tek mi, çift mi?” Oynadılar.
Yadigar’ı unutmak mümkün mü?
Maniler kızların hayallerini süslüyordu.
Çember çeviren çocuklardan kimi şoför oldu.
Pancardan araba yapan kaç mühendis vardır!
Ya o hınzır saklambaçlar!
Gıcır gıcır cıncıklar.
Parası olmayan mucitler, çamurdan cıncık yapardı, bir duvar köşesine açılan küçük çukura yuvarladılar; üten sevindi, ütülen üzüldü.
Çamur için kavga edenler, beş dakika sonra barışanlar çocuklardan başka kim olabilir? Unutmak mümkün mü?
Daha neleeer neler!
Nüfusu artan mahallelere elektrik geldi.
Su şebekesi döşediler.
Gözelerden su taşımaktan beli-bükü kırılan kadınlar, bir nebze kurtulmuşlardı.
Ah birde şu gözü kör olası herif, her gece her gece…
Köpoğlu, yiyor eti, içiyor şerbeti….
Fidanlığa bitişik, Alibaba Mahallesine komşuydu Gökçebostan Mahallesi.
Eş dost, akraba olmuşlardı. İçlerinde kimi zaten öyleydi.
Dostluklar, komşuluklar samimiydi.
Yalan varsa orada kalırdı.
Dedikodu uzağa gidemezdi.
Kavgalar büyüklerin araya girmesiyle sulh olurdu.
Kışın ayrı bir güzellik, yazın bambaşka bir güzellik yaşardı mahalleliler.
Tandırda ekmekler.
Küplerde turşular.
Zahireler köyden.
Tavuklar eşeleniyor.
Kapıyı koruyan köpekler.
Farelere aman vermeyen kediler.
Hayat devam ediyor
Elinde bir şişe kolonya ile hastaya koşanlar.
Düğünlerde halay çekenler itibar görürdü.
Sünnet düğünlerini anlatmaya sayfalar yetmez.
Sünnetçiler genellikle hastanede pansumancılardan olurdu.
Sünnetten kaçıp saklananları bulmak yine akranların işiydi.
Okul çocukların saçlarını sıfır numara keserlerdi, tutukluk yapan mekanik makineler can yakardı da; dişini sıkar, ses çıkartmazdı balalar.
Henüz elektrikli ev aletleri uğramamıştı mahalleye.
Ne çamaşır makinesi, ne bulaşık, ne de elektrikli süpürge.
İlk gelenler ise; merdaneli çamaşır makinesi ve
“gırgır” denilen mekanik süpürgeler hayli fiyaka yapmıştı, yerini alan yeni icatlar gelene kadar.
Ölülere birlikte ağlanır
İçindekileri görmek için radyonun kapağını açtıktan sonra hayal kırıklığına uğramak cahillikten değildi gardaş; cahil bırakılmaktandı cahil.
Yerler bazen çocuklara fırlatılan anne süpürgesi ile süpürülür, bahçeler, ahırlar çalı ile temizlenirdi.
Kilimler ırmakta tokaçlanır, odun kömür; bilumum taşımacılık at arabasıyla yapılırdı.
Ölülere birlikte ağlanırdı. Başsağlığına bir paket çay, bir kutu kesme şeker ile gidilirdi.
Bahçelerde kazan kazan pişen Aşure çorbasına elinde kaşık ile gidenler, “lokmanız ulu dergaha yazıla” diye dua eder; “Allah Allah” diye bir başka kapıya uğrarlardı.
Kardeşlik günleri
Bayramlar bayram gibi kutlanırdı.
Arife günü mezarlıklar ziyaret edilirdi.
Kurbanlıklar nedense kınalanır, süslenir, mezarlığa götürülürdü.
Devlet kapısında bulamadıkları yardımı, türbelerde, yatırlarda ararlardı.
Koruyucu olarak büyükler cebinde, küçükler boynunda taşırdı muskalarını.
Bayramın ilk günü mutlak komşu ziyareti yapılırdı.
Kolonya dökmek, şeker ikram etmek evin küçüğüne düşerdi.
Sivas’a özgü, ev yapımı hurma tatlısı ikram edilirdi.
Çocuklar kapı kapı dolaşır, şeker toplardı.
Alevi-Sünni ayırımının yapılmadığı,
“Siyaset günlerinin gelip-çatmadığı” günlerdi.
Ermeni komşuları yazmamak vefasızlık olur.
Ah, ne güzel komşulardınız!
Yadigar ölümsüzlüğe uğurlandı
Yadigâr’ı vurdular
Öldüremediler.
Henüz banyolar evlikte değildi.
Büyükler küründe, çocuklar bahçede teştte yıkanırdı.
Büyükler kurnaz değildi. Çocuklar masumdu.
Kışın kızak kayarlardı.
Kızağı olmayanlar naylon terliklerle, naylon leğenlerle,
Naylon maylon ne bulmuşsa onunla kayardı.
Kızağı fiyakalı ağabeyler, kızlara kur yapardı.
Kızlar mutlu olurdu.
Aşk mektupları bir çocukla gelir giderdi.
Özel olarak yazılmış “aşk mektupları” esin kaynağı olurdu.
Yadigâr’ın ismi ölümsüzdür
Vurdular!
Yadigâr’ı vurdular!
Kim derse “Yadigâr’ı vurdular”
Biline ki; yalandır.
Duyula ki; ölüm ölmez.
Ölen görünmez.
Görünen cisimdir.
Ölümsüz olan isimdir.
Yadigâr’ın ismi ölümsüzdür.
Yadigâr’dan Yadigâr kalan
Günler günleri
Aylar ayları
Seneler seneleri devirdi.
Kaç mevsim geçti?
Kaç bilge göçtü?
Kaç çocuk doğdu?
Kaç kız anne, kaç oğlan baba oldu?
Babalar dede, anneler nine oldu; sayısı bilinmez oldu.
Mevsimlerin güzelliği yavaş yavaş eridi insanlar arasındaki güzellik gibi.
Komşu kızı ile komşu oğlanın aşkları meyve verdi.
Meyvelerden meyveler türedi.
Mahalleler büyüdü büyüdü; mezarlıklar da büyüdü.
Kız oğlan ayrımsız yeni doğan bebeklerin adı Yadigâr oldu.
Yadigâr’lar çoğaldı çoğaldı; öyle çoğaldı ki; Yadigâr’dan Yadigârlar kaldı.
O, güzel insanlar, güzel trenlere, güzel otobüslere, güzel uçaklara bindiler, gurbete gittiler.
Gencecik Çınar’ı 29’unda vurdular
Yadigâr.
Sivas’ın yiğidi.
Gariplerin koruyucusu.
Sesi, eli, ayağı, gücü, kuvveti.
Yirmi dokuzunda filintaydı.
1959’un Nisan ayının yirmi dokuzunda vurdular.
Bir sevda kaldı, başı dik, onurlu.
Bir evlat kaldı Yadigâr.
Kerpiç evi beyaz badanalı, dantel işlemeli yastıklar beyaz, perdeler beyaz
Kolu, bacağı, başı olmayan, sabun kokulu tek parça kefen bembeyaz
Kırmızı bir kuşak bağladılar beyaz üstüne
Kehribar tespihi bükülmez bileğine bileziklediler
Zülfikar motifli gümüş yüzüğünü parmağında bıraktılar.
İnce burunlu, yumurta topuklu, ayakkabısının tıkır tıkır sesini özleyecekler.
Omzunda taşıdığı, kolları kartal kanatlı ceketinden korkarlardı.
Ata yaka beyaz gömlek üstünde tiril tiril urbası lavanta kokardı.
Göğsüne bırakılan Samuray çeliği Sivas hançeri gayri kimin eline yakışacak!
Yadigar’ı yattığı yerden taşıdılar
Yadigâr’ın baba ocağının üst yamacında bir tarla mezarlık olmuştu.
Nisan yağmurlarıyla kutsandı.
Halkın elleri üstünde taşındı.
Şaman törenlerine benzeş, türküleşen ağıtlarla teslim edildi toprak ananın rahmine.
Ve… Yılların acısıyla ömür tüketenlerden bir mezarlık mahallesi olan mezarlar “evlerin arasında olmaz” denilerek “kemikler” taşındı Yukarı Tekke Mezarlığı’na.
Yadigâr’ın kemiklerini de taşıdılar.
İsmi ağırdı taşıyamadılar.
Adını yaşatan -Yadigârlar Tören Mangası- birer avuç toprak aldılar.
Yaşamın amacı: Ölümdür
Her yaşam güzel yaşamak ve güzel ölmek ister.
Yadigâr, güzel yaşadı, ismini güzelcelere bıraktı.
Kim,
Her kim derse ki; “Yadigâr öldü”
Dönüp baksın etrafına, görecektir Yadigârları.
Okursa destanımızı, tanıyacaktır Yadigâr’ı.
Selam olsun, adına şiirler, kitaplar yazılan, destanlar anlatılan kabadayılar kralına.
Selam olsun Yadigâr’a…
Merhaba Yadigârlar…
Turan Karatepe – 16 Mart 2020 Çandarlı
Kızılbaşoğlu Yadigar benim dedemdir. Annem henüz 13 yaşında iken ölmüş. Ben hiç görmedim ama anlatılanlardan kaynaklı hep bir hayranlık beslemişimdir. Hiçbir hatırası yok bizde. Yüzüğü, bıçağı veya herhangi bir eşyasına nasıl ulaşabilirim acaba?