Diyarbakırlı bir öğretmen, Ramazan Ergin. Keskin dili, usta kalemiyle bir bilgi çınarı olan Ramazan hoca hem kendini hem de ötekini yontmayı seviyor.
Kendini gerçekleştirirken bağımsız kimliğini korumayı ve sivil kalmayı esas aldığını belirten Ergin, “Kendim olduğum her yere giderim. Kendimi ifade edemeyeceğim hiçbir şeyde yokum” diyerek genç kuşaklara özgün kalmanın anahtarını sunuyor.
Ergin, “Bir daha dünyaya gelsem yine öğretmen olurdum. Benim işim kayıt altına almak, analiz etmek, aktarmak. Bilim olmayan ve bilimsel disiplinlerden beslenen tarih ve siyasanın olumsuz yaklaşımlarından bilmeden bilim, sanat ve edebiyat örnekleri vermişim. Ya da politik rezilliklerden uzak kalmak için okuyucu ve aktarıcı olmuşum” diyerek bağımsız kalma disiplinin özünü anlatıyor.
Ramazan Ergin/haber/foto
Ramazan Ergin: Kendini yontan insan dünyayı değiştirdi
İnsanın insanlaşma süreci kendini yontmasıyla başladı. İnsan, öğrendikçe yontmada daha da ustalaştı. Kendini gerçekleştirme sürecinde kimi insan çözülerek, bozularak kendi özünden uzaklaşırken, kimi insan ise kendini keşfetmek için özüne doğru yol aldı. Hayatta kendi ayakları üzerinde varolan özgür bireyler için hiçbir güce, otoriteye yaslanmadan sivil, sade ve basit bir yaşam sürmek ve kendinde biriktirdiklerini köpürmeden etrafına taşırmak vazgeçilmezdir.
Diyarbakırlı öğretmen Ramazan Ergin, iyi bir okuyucu olarak bugüne kadar ki birikimlerini köpürmeden, akçeli işlere çevirmeden ve bağımsız, sivil kimliğine gölge düşürmeden gelecek kuşaklara sade ama dolu dolu aktaran bilgi çınarlarından biri olarak üretimlerini sürdürüyor.
Kanın Gizli Tarihi: Reşo Kuri kitabının yazarı Ergin’in yazılan ama basılmayan 6 adet kitabı ve çok sayıda bilimsel makalesi gün yüzüne çıkmayı bekliyor.
Mardin Savur Sürgücü’den (Avina) Diyarbakır’a
Babası 1952 yılında Mardin Savur Sürgücü’den (Avina) Diyarbakır’a göç eden Ramazan Ergin, 1961’de Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesinin Alipaşa mahallesinde doğdu. 2 yaşından 19 yaşına kadar Hasırlı mahallesinde yaşayan Ergin’in yaşamı 1985 yılında Dicle Üniversitesi Almanca Bölümü öğretim üyesi Anna Lisa Şahin ile tanışmasından sonra bambaşka bir hal aldı. Halen Diyarbakır Anadolu Lisesinde Almanca öğretmenliği yapan Ergin’in dolu dolu ama sade yaşamı, insanın kendini gerçekleştirirken özüne sadık kalarak, hiçbir güce yaslanmadan koca bir Çınar gibi gökyüzüne boy vermesine güncel bir örnek.
Ramazan Ergin, Kültür Sanat ve Sinema Derneği’nce organize edilen Diyarbakır 1’inci Kısa Film Festivali’nde “Dibim Baran Li Ser Bajar Dibarim” kısa filmi, En İyi Film, En İyi Kurgu ve En İyi Erkek Oyuncu dallarında 3 ödül almıştı.
‘Yazdım ama yazar sıfatı kullanmadım’
İyi bir okur olduğunu ancak kendisini yazar olarak tanımlamadığını belirten Ramazan Ergin, yazmaya nasıl başladığını ve ilk kitabı Kanın Gizli Tarihi: Reşo Kuri’nin öyküsünü şöyle anlatıyor: “Doğrudur ben bir şeyler yazdım ama bugüne kadar yazar sıfatı kullanmadım. İyi bir okuyucuydum ve sonra o okumalar yazmaya döndü. 2001 yılında bir arkadaşın önerisiyle bir öykü yazmaya karar verdim. Bir gece oturup sabaha kadar yazdım. Demek ki, kafamda vardı ve o öyküden sonra yazarlığa adım attım ya da yazmış oldum. (S.K.Y.G.D) Sosyal Kültürel Yaşamı Geliştirme Derneği 2001 yılında senaryo atölyesine alınıp film yapılmak üzere bir öykü yarışması düzenlenmişti. Diyarbakır ölçeğinde eli kalem tutan herkesin katılmasını istediler ve ben de o dönem yazmaya başladım. Yani, yazma maceram böyle başladı.”
‘Küçük insani bir dramdan bölgenin dokusunu, kültürünü anlatan belgeli bir anlatıya döndü’
Kaleminin gücünü kısa sürede fark eden hocalarıyla çalışmalarını sürdüren Ergin’in değişim serüveni şöyle devam ediyor: “Sonra yazdığım o öyküyü çok beğendiler. Hocalarla tanıştım ve sonrasında senaryo atölyesine katıldım. Bu atölyenin senaryonun tekniği, matematiği, yazımı üzerine bana önemli katkıları oldu. Sonra o senaryoları genişletip 2 ay sonra sinema filmleri izlemeye ve sinema film izleme tekniği, anlamında da aynı hocalarla verimli bir çalışmanın içinde olduk. O süreçten sonra filmleri daha farklı bir gözle izlemeye başladım. Gün oluyordu 2-3 film izliyordum. Tabii izlediğim filmlere artık senaryo yazım tekniği üzerine bakıyorum. Sonra yazdığım yazıyı biraz daha genişlettim ve Kanın Gizli Tarihi: Reşo Kuri diye Diyarbakır Mardin havzasında geçen ve atalarımın da olduğu bölgede 15 odalı, hapishaneli bir kasır vardı. 33 köyün merkeziydi. Un çuvalının içerisinde 1000-1500 arasında senedi-i hakkaniye tapu buldum ve onların tuğraları farklı olanlarını seçtim. Aldım getirdim, okuttum. Orada bir öykü vardı, küçük insani bir dramdan bölgenin dokusunu, kültürünü anlatan belgeli bir anlatıya döndü.”
Ramazan-ergin-diyarbakir
‘Yazarlık maceram böyle başladı’
Ergin, Kanın Gizli Tarihi: Reşo Kuri’nin yayınlanma öyküsünü şöyle tamamlıyor: “2003 yılında bir akademisyen aracılığıyla Yapı Kredi Yayınlarında yayınlanacaktı. Hatta yayın kuruluna da gitti. Sonrası (akademisyene karanlık ve tehlikeli) denerek cevapsız kaldı. 2007 yılında İstanbul’da yayıncı çevreden yeni yayınevi kuran Mardinli Hüseyin Gündüz DO Yayınlarından, ‘Bu kitabı ben yayınlamak istiyorum. Bana verir misin’ dedi. Ben de hafta sonuna kadar yayınlarsan olur dedim. Öyle kitabı yayınlamış olduk. Yazarlık maceram böyle başladı.”
‘Dilbilim dersleri hoşuma gidiyordu, ilgiyle izliyordum’
Ramazan Ergin, ilk yazma macerasına 1985 yılında Almanca Bölümünde okurken başladığını ve kendisini Nietzsche okumaları ile tanıştıran Alman hocasının hayatına dokunuşunu ise şöyle özetledi: “Alman bir hocam Annalize Şahin vardı. Mecburi iskancı bir Kürt ile evliydi. Kocası Kel Aynaklar üzerinde çalışan Fen Fakültesi’nde Yardımcı Doçentti. Annalize hocam Dilbilim derslerine giriyordu. Aynı zamanda latin dilleri hocasıydı ve Almandı, Türkçeyi biliyordu. O ilk defa beni Nietzsche ile tanıştırdı. Bana ‘,sen sadece Felsefe ve Dilbilim ile ilgilen’ dedi. O dönem Türkiye’de dilbilim üzerine henüz çok kaynak kitap yoktu. Akademisyenler, üniversiteden insanlar falan dilbilim çalışıyordu. Dilbilim dersleri hoşuma gidiyordu, ilgiyle izliyordum. Sonra bir tez yazma fikri çıkınca bende bugün cesaret edemeyeceğim ve hala bir nüshası bende diğer nüshası Berlin Doğu Dilleri Kürsüsü Başkanlığında olan tezi yazmaya başladım. O dönem Nietzsche’nin bazı kitapları da henüz Türkçeye çevrilmemişti. Hocam Almancadan çeviriler yapacaktı.”
‘Zamanında büyük bir cesaretmiş ve yapmışım’
1988 yılında tamamladığı mezuniyet tezine ilişkin olarak ise Ergin, şunları dile getirdi: “Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı vardı gençlik dimağımıza biraz ağır gelen bir kitaptı. Onu okuduktan sonra onun kurguladığı Nietzsche ile (Also sprach Zaradustra) ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt, Nietzsche’nin Zerdüştü Gerçek Zerdüşt ve Onun Bozulmuş Halleri Yezidilik’ başlığını taşıyordu. Çok iddialı ve cesur bir başlığı şimdi kullanmam. Tabii konuya hakim oldukça günümüzde böyle bir başlığa artık çok katılmıyorum. Zamanında büyük bir cesaretmiş ve yapmışım. Bunu hocalarım da fark etmiş olacaklar ki, o dönemin politik atmosferinde 12 Eylül rüzgarı vardı. Devleti istihbarat aklıyla yönetenler Analiz hanıma Hristiyanlık propagandası yapıyor diye benimle de alttan derslerle uğraştılar. Luis Aragon’nun deyimiyle ‘İnsanların soysuzlaştığı ve çaptan düşürüldüğü bir ortamda olayları şarkılaştırmak lazım’. İnsan olmanın her türlü ideoloji ve inançtan daha kalıcı olduğunu ve neye mal olursa olsun kötülüğe zihinsel karşı çıkılması gerektiği tecrübesi ile yazıcılığım böyle maceralı başladı.”
Ramazan Ergin-Diyarbakır-röportaj
‘İlk yazma deneyimim mezuniyet tezimdi’
12 Eylül’ün özgürlükleri yok sayan boğucu ortamında bir mezuniyet tezinin faturasını ödemek zorunda bırakılan Ergin, o günleri şöyle anımsadı: “Hocamı attılar ve o da çıraklık eğitim merkezinde hocalık yaptı. Bana da böyle konularda yazma, sana hazır tez verelim diye uyardılar ama ben yine de inat ettim ve tezimi verdim. Alman hocamla görüşmeyi de sürdürdüm. 2000 Nietzsche yılında beni Almanya da radyo programına davet etti özel nedenlerle gidemedim. 2007 yılında kitabımı Annalize hocama ulaştırdım ve Munih kitap fuarına gidecek olan kitabımın önsöz ve sonsöz Almanca olarak ona yazdırdım. Yani daha sonra yapacağım her çalışmanın ‘Çatışmalı üretimin’ fragmanı olan ilk yazma deneyimim mezuniyet tezimdi.”
‘Ben oraya gittiğimde artık kurban olayım Nietzsche’den konuşmayalım derlerdi’
Gençlik yıllarında politik şekillenmelerin yaşandığı Rıza’nın çay ocağına Nietzsche okumalar üzerinden sohbetlere katıldığını aktaran Ergin, adım adım adım okumalarıyla nasıl olgunlaştığını şöyle anlattı: “Rıza’nın çay ocağında oyun bulunmaz, derin sohbetleri ile o zamanın politik-kültürel akademisi sayılıyordu. O kadar kendimi kaptırmışım ki Ben oraya gittiğimde ‘artık kurban olayım Nietzsche’den konuşmayalım’ derlerdi. Tabii o dönemin politik bilinci, ruhu ki aslında şimdi de öyle; politik anlamda insanlar Kürtlerin Zerdüştü olduğunu derler ya ama yaptığım o çalışmalardan sonra bunun öyle olmadığını, Zerdüşt inancının Kürt inanç dünyasının sadece bir parçası olduğunu fark etmeye başladım. Alfabesinin dili ve namaz dili Kürtçe olan tek inanç Ezidiliktir. Çok tanrılı dinler dönemi tepkisel inancı Mazdekizm Ezdilikten bir parça alır. Dualist dinlerden Zerdüşizm Ezidilikten bir parça alır. Tek tanrılı dinlerin atası Yahudiliktir. Yahudilik dönemsel anlamda bir parça alır. Hristiyanlık da bir parça alır ama büyük parçasını da İslamiyet alır. Yani, 2019’da Amerika’daki Northeastern Illinois University nin dözenlediği “İnternational Kurdısh Studıes Conference” Di Elifbayên Cuda Kurdî nivîs” adlı sunumuma kadar böyle biraz parça parça büyüdüm.”
‘Sözlüde beni almadılar’
Ergin, Yaşayan Diller Enstitüsünde Kürdoloji Yüksek Lisansa başvurusunun sonuçsuz kalmasını ise şöyle anlattı: “Tabii üniversite bağlantılı olmadığım için gidiş ve konaklama masraflarını kendim karşılayamadığımdan Zoom üzeri sunum yapabildim. Şimdiye kadar yedi Uluslararası sempozyum ve konferansa katılım sağladım altı tane akademik bildirim yayınlandı. 2007 yılında Kitabım yayınlandıktan sonra 2011 yılında Yaşayan Diller Enstitüsünde Kürdoloji Yüksek Lisansa başvurdum. Sözlüde beni almadılar. Artuklu Üniversitesi ve Yaşayan dillere “Şahsıma ve Kürt Kültürüne akademik disipline sahip olmayan, sokak ve piyasa bilgilerine akademik meşruiyet kazandırmaya çalışan, kurulacak bağımsız bir komisyonla… dilekçe ile başvurdum. Bu iki şahsın ismi ve unvanı beni daha önce tanımış olmaları, onlara “arkadaşlarım” diyen Kadri Yıldırım imzalı politik “olumlu eleştirileriniz” temalı cevabı yazı arşivimde durur.”
‘Koca koca profesörlerden daha iyi olduğumu söylediler’
Ramazan Ergin, araştırmacı yazarlık kimliğine adım atmasına ilişkin sürece dair ise şunları söyledi: “Ben Kürt Hıristiyanlar ile ilgili çalışmak için Fransa’da iken Artuklu Üniversitesinde uluslararası bir sempozyum düzenlediler. Bu sempozyuma telefonla davet edildim ve ilk defa aşiret kurumu bağlamında Sürgücü örneği makalesinin 15 dakika sunumunu yaptım. Sempozyum kitapçığında benim bildirim de yer aldı. 30 sayfa akademik bir yazı yazdım. Kitapta anlatırken, dokuyu, kültürü biraz kuram olarak yazmıştım ama onları ayıklayıp akademik bir makaleye dönüştürdüğümde iyi yankılar aldım. Yani, koca koca profesörlerden daha iyi olduğumu söylediler. Sonrasında Medyata’dan Midyat’a uluslararası sempozyuma katıldım. Orada ilk defa Süryanice bir alfabeden Kürtçe (Karşun-Gerşun) Hz. İsa’nın doğumu Hıristiyan inanç esaslarını, Kürt Hıristiyanları anlatan 15 tane ilahiden 2 tanesini bilim kurulunun onayıyla sundum. 13 tanesini ise hem videoya kaydettim hem de word olarak yazdım. Onları da bir kitap olacak şekilde düzenledim ama hala yayınlamadım.”
Ramazan Ergin/röportaj/Diyarbakır
‘Şiirinden karikatürüne, bulmacasına kadar her şeyi öğrenciler yaptı’
Öğretmen kimliği ile öğrencilerinin yaşamındaki ustaca dokunuşlara dair anılarını paylaşan Ergin, şunları söyledi: “95’te kütüphaneler haftasında ilkokullar arası şiir kompozisyon yarışmasında Beyaz Tebeşir İlkokulu yeni açılmıştı. Ben ilkokullar arasında bu okula toplanan 5’inci sınıfları aldım. Almanca öğretmeniyim ama aynı zamanda yan branşım Türkçe. Diyarbakır ölçeğinde bu yarışmada benim sınıfımdan 5-6 ay eğittiğim öğrencilerim ilk 3’ü paylaştı. Hiç emeği olmayan Müdür yardımcısı TRT programında konuştu. Müdür başka bir konuda istek üzerine hakkımda soruşturma açtırdı. 1998’de gönüllü olarak bir yıllığına şimdiki Tevfik Fikret Yeni İlköğretime Türkçe öğretmeni olarak gittim. Oradaki çocuklardan gönüllülerden kırk kişi seçerek ve 25 er klasik okuttum. O sene çocuklar bir fen lisesi ve altı Anadolu lisesini kazandılar. Bir yıl boyunca 3 sayı fotokopiden dergi çıkardım. İdare ve öğretmenlerden gönüllü toplanan para ile dışarda A3 fotokopi çeken bir yer buldum. Hem okulda bir komisyon kurduk hem Milli Eğitimde. Şiirinden karikatürüne, bulmacasına kadar her şeyi öğrenciler yaptı. Hatta kapak resmini bile öğrenciler yaptı.”
‘Yeşilay sitesine de filmi yükledik’
“Kardelen adındaki dergide her şey tamamen çocuklarındı” diyen Ergin, öğrencilerin hayatlarına dokunuşuna dair anlatımlarını şöyle sürdürdü: “Milli Eğitimdeki yöneticiler tepkilerini idarecilerin götürdükleri yazıları imzalamayarak gösterdiler. 1999 yılında tekrar bir yıllığına Türkçe öğretmeni olarak Şehit Albay Güner Ekici ilkokuluna gittim 40 öğrenci seçtim. Daha sonra Turgut Özakman’ın ‘Ah şu gençler’ adlı müzikalini ortaokul çocuklarına oynattım. Bakın konservatuarı kazananlar ders olarak o müzikali görür. Bunun için 6 ay uğraştım ve Kültür Sarayı’nda sergilettim. Yerel kanal 21 Tv programından kaydı alıp CD’ye çektim. Çalışmalara engel olan ve sıkıntı çıkaran Müdür oyun öncesi konuşmasında “Çok duygulandığını” söylerken bana teftiş notunu 57 verdiğini 95 veren bayan müfettişten öğrendiğimde müdürlükten yüz kızartıcı bir suçtan alınmıştı. 2019 Yılında Gaffar Okkan Anadolu Lisesinde 4 yıldır yaptığım Senaryo yazım, Çekim, Kurgu ders dışı sinema egzersizinde kamu spotu olabilecek bir dakikalık telefon bağımlılığını anlatan kısa film öğrencilerim ve dışarda kısa film yaptığımız yönetmeninde oynadığı filmi Yeşilay haftası için resim, karikatür, kompozisyon içinden seçerek CD olarak milli eğitime gönderdik. Yeşilay sitesine de filmi yükledik.”
‘Film kaybedildi’
Ergin, filmin başına gelenleri ise şöyle anlattı: “Yenişehir ilçe milli eğitim ile okul arasında film kaybedildi ve Yenişehir ilçeyi temsilen bir sendika başkanının kızının resmine kurban edildi. İl Milli eğitime kaybedildiğini sanıp gittiğimde şube müdürü kısa filmi izleyip aldı ve bilahare Milli Eğitim Müdürü öğrencileri çağırıp satranç hediye etti ve İl Yeşilay toplantısı ödül töreninde özel gösterimi yapıldı. Dışarda da bir dostumun İstanbul’dan gönderdiği çocuğun senaryosunu Kürtçeye çevirip oyuncu, mekan hatta kendim de oynayarak maddi manevi desteklediğim “Dibim baran liser bajar dibarim-Yağmur olup şehre düşüyorum.” 14 dakikalık kısa film sayısız ödül alarak bana da Diyarbakır Birinci Kısa Film Yarışmasında “en iyi erkek oyuncu ödülünü” verdiklerini ve törenden haberdar edilmeyen benimle filme katılanı, tören Diyarbakır’da olmasına rağmen arkadaşlarım gibi İstanbul’daki dostumdan öğrendim.”
‘Okuma maceram Teksas Tommikslerle başladı’
Okumaya ne zaman başladığını ve okur altyapısını nasıl oluşturduğunu anlatan Ergin, sözlerine doğduğu yıllarla başladı: “12-14 Şubat arasında 1961 yılında Alipaşa’da doğmuşum. Ben bir buçuk yaşındayken, Mardinkapı’da damı beton olan 2 katlı, altta 2 üstte 2 oda şirin bir ev yaptık. Avlulu ve yukarıda da terası olan bir ev. Evin alt katına kiracı olarak taşınan Türkçe bilmeyen nüfus cüzdanı olmayan Ömeryanlı geleneksel medrese hocası Melle Nuri talebelerine Elifbayı öğretirken okuyamayanlara kızınca ben ezbere okumuştum ve beş yaşındaydım. Gelip bana sarılarak elifba hediye etti ve Kuran okumaya başladım. Orada Alparslan İlkokulunda okudum. Hatırlıyorum okul kütüphanesinde romanlar okurdum. Hazırlı mahallesi leylek bahçesi sonradan imara açıldığından akraba ve yeni evliler çoğunluktaydı. İlkokul ikinci sınıfa gidince istek üzeri mektup yazmaya başladım. Güzel yazı ve gönderenden haberler vererek kalıp cümleli ‘kestane kebab’ vs mektup yazıcılığı namım mahalle kadın ve gelinlerin arasında yayılmıştı. Maç bittikten sonra yazarım ricalarını kırmıyordum. Sanırım ilk ‘okuyuculuğum ‘elifbayla, ilk ‘yazıcılığım’ mektupla o zaman başladı.”
‘Çizgi romanlarla büyüdük’
Bir gecede 10 tane kompozisyon yazmak zorunda kaldığı ortaokul günlerini ise Ergin şöyle anlattı: “Ortaokulda Ali Necat Tarancı adında unutmadığım bir Türkçe öğretmenim vardı. Bir gecede 10 tane kompozisyon yazdığımı bilirim. Okuma maceram Teksas Tommikslerle başladı, onlarla büyüdüm. Aşağıda bir sandık içinde gizlerdim hatta kitaplarımın arasına koyardım. Bizim kuşak öyleydi, çizgi romanlarla büyüdük. Televizyon yoktu, hatırlıyorum mahallede sadece bir kişi almıştı. İlk sinemaya 9 yaşında komşu kızıyla gitmiştim. Okuduğumuz Teksas Tommiks, Zagor, Zembla, Mandrake’leri sinemanın önünde satıp bilet alıyorduk. Şehir çocuğuydum ama Sürgücü’de yaşananlardan bilinçaltımda kalanlar var. Masal anlatımları falan. Bu tabii belli bir kelime hazinesi ve bir dimağ oluşturmuş.”
‘Ekonomi Politik okuduğumda 18 yaşındaydım’
17 yaşında liseyi bitirdiğini belirten Ergin, daha sonra çizgi roman okumalarının klasikleri okumaya döndüğünü ifade ederek, şöyle devam etti: “Bizim kuşak okurdu, çünkü o dönem dış hayatın bir çekiciliği yoktu. Televizyonlar paket yayın yapıyor, radyo kuşağı olarak yetişmişiz. Sinemaya ayda yılda bir gidiliyor. Politik süreci baltalama adına sinemada karate, seks filmleri furyası başlamış. Böylesi bir dönemde klasik okumaya başladım. O dönem kitap okumalarımın yanında müzik dinlerdim. Sonra okuduğum kitaplar tuğla gibi olmaya başladı. Ekonomi Politik okuduğumda 18 yaşındaydım. Das Kapital o zaman bir ciltti ve 3 sefer okuduğumu hatırlıyorum. Yani beni besleyen şey farkında olmadan çizgi romanlar ve klasikler oldu.”
Ramazan Ergin/Diyarbakır
‘O dönem biçimsel bir iyilik vardı’
12 Eylül’ün karanlık günlerine doğru gidilen süreçte kent kır arasındaki farklara ve yeni yeni oluşan kent kültüründeki aydınlanmacı yönün henüz sosyal ilişkileri belirlemediği bir ortamda yaşadığı sıkışıklığı anlatan Ergin, şunları ifade etti: “Kültürel anlamda epey gelişkindik ama sosyal anlamda güdük kaldık. Geleneksel bir aile ortamı içinde bu tarz bir okuma yaptım. Ama ne aile ne çevre ne de ülke okuduklarıma müsait değildi. Karşınızda müthiş bir ilkellik, cehalet var. Kent ile kır arasında müthiş bir fark vardı. Düşünün o dönem kahvede kız arkadaşlarımızla birlikte oturuyoruz. Bahsettiğim yıllar 78-80 arası yıllar. Hatta 12 Eylül’den sonra da 85’lere kadar böyleydi. Diyarbakır’ın binlerce yıldan süzülüp gelen Kent kültürü birikiminin son kuşağıydık. O dönem köyle kent arasında sıkışmış bir kültür var. Yani o dönem kültürel, entelektüel bilinç ile sosyal-kültürel bilincin çelişkisini 85-90’lardan sonra anladım. Yani ilk kız arkadaşınız bugünkü karınız olduğunda bir şeyleri fark edebiliyorsunuz. Kadınla ilgili doğru dürüst bir bilginiz yok.”
‘Toplumun o uyanış ve iç dış dinamiklerinin çatışması döneminde…’
Kapitalist üretim ilişkilerinin modern görünümünden uzak bir kent kültürü içinde kır-kent çatışmasına değinen Ergin, sözlerini şöyle sürdürdü: “Yani o dönem biçimsel bir iyilik vardı. Sınıf ve tabaka olmadığını 90’larda keşfettik. Adam gidiyor 3 ay amelelik yapıyor biz sınıf mınıf diyoruz ama alakası yok. Para, güç sahibi olduğunda o adam zalimleşebiliyor, farklı bir kulvara girebiliyor. Yani toplumun o uyanış ve iç dış dinamiklerinin çatışması döneminde biz ailenin ilk okuyanlarıydık. Kız çocukları o dönem hiç okutulmuyordu. Ya da çirkin veya bedensel özürlü olunca okutulma şansına daha çok sahiplerdi. Buna rağmen babam kızlarına sadece ilkokulu okutuyordu. Babam kendi sosyal kültürel çevresine göre daha moderndi.”
‘Ait olduğum toplumun bu kadar basit olması hoşuma gitmez’
İyi bir okur olduğunu üzerine basa basa vurgulayan Ergin, okuma, öğrenme serüveninin hayat boyu devam edeceğine dikkat çekerek şunları söyledi: “Mütevazilik yapmayacağım tek alan iyi bir okuyucu olduğumdur. Kendimi hala da iyi bir okuyucu olarak görüyorum. Bu toplumda gün yüzüne çıkamama nedenim kendine bir sürü etiket yapıştıran tuhaf insanlar var. Giyim kuşamla kendini farklı kılmaya çalışanlar var. Kendini söylemle var etmeye çalışanlar var. Kendi gibi taklit edenlerle bir araya gelenler var ve ben bundan çok rahatsızdım. Bu rahatsızlığım hem kendim hem de ötekiler için. Evrensel anlamda o sıfatı hak eden biri değilim ben ama sadece ‘koyunun olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi’ derler ya böyle bir şey. Ama bu durum benim hoşuma gitmiyor. Ait olduğum toplumun bu kadar basit olması hoşuma gitmez.”
Ramazan Ergin Kanın Gizli Tarihi: Reşo Kuri
‘2001 yılına kadar biriktim ama köpürmedim, taştım’
Bölgede yazan çizen her insanla bir şekilde temasının olduğuna değinen Ergin, şöyle konuştu: “Resim yapan, tiyatro yapan, sanat yapan, müzik yapan herkesle temasım olmuştur. Ama bu temasta 2 tane handikapla karşılaştım. Bunlardan biri bir çevrenin bazı çevrelerin yazarları olmam. Bakın bir imza kampanyası düzenlenir, eski siyasal çevrelerin yazarları vardır. Ya da onun tersi mevcut iktidar aklının yazarları vardır. Kültürel etkinlik düzenlerler ve belli rutinlere sahip adamlardır bunlar. Bunun doğru olmadığını bildiğim için bu sıfatları bu anlamda kullanmadım. Zaten 40 yaşına kadar da mezuniyet tezimin dışında yazmadım. 2001 yılına kadar biriktim ama köpürmedim, taştım. Dinler tarihi okumaya başladım. Dilbilimi okudum. Ferdinand de Saussure, Umberto Eco okuyordum.”
‘İyi kitaplar okudum’
Sunum masum değildir. Her sunum kendi içinde övgü, sövgü, değerlendirmeyi barındırır. Eserini görmeye ve okumaya hazır hale getiren her üreten ‘alın beni okuyun. Takdir edin ya da olguya göre eleştirin’ der. Yaratan ve üreten ya sıfatın gereğini oynayan megolomandır, ya da ben olmasan bu iş ve eser olmazdı diyen Narsisttir.Yaratma-üretmenin narsizminden yana olduğunu belirten Ergin, “Dünyada emsallerimle kıyaslayabileceğim iyi bir Nietzsche uzmanıyım diyebilirim. Hayatımın dönüm noktası olan okumalarım Mısır bilimci, yapı bozumcu Jacques Derrida, ilk tanıdığımda 1999 yılıydı. 2000’li yıllarda Lacancı yaşayan Slovaj Zizek okumaları yapalım dediğimde 5-6 kişi bulamamıştım. Yani iyi kaynaklar ve iyi kitaplar okudum” diyerek isabetli okumalar yaptığına işaret etti.
‘Yaptığım her şey sonraki bir şeyin alt yapısı oluyor’
Ergin, öğretme öğrenme ilişkisi üzerine ise şöyle konuştu: “Öğretmen olmam beni diğer sıfatlardan ya da bir yere kan vermekten koruyor. O yüzden emekli olmama rağmen öğretmen sıfatımı kullanıyorum. Öğretmenlik beni disipline ediyor. Aynı zamanda öğretiyor. Benim öğrenme merakım var. Benim ilgim bu ama ben bir sıfat aldığımda artık bitmiştir, en olmuşsun gibi olur. İyi, hoş, güzel bir şey bulduğumda beni cezbediyor. Onu keşfetmem yaşamıma bir şey katıyor. Sadece öğrenmiş olmak için öğrenmiyorum. Yaptığım her şey sonraki bir şeyin alt yapısı oluyor. Senarist değildim ama senaryo yazdım. Oyuncu değildim ama oynadım. Her yaşımda o öğrenme heyecanını hep duydum. Goethe’nin müthiş bir lafı var; ‘yaşamıma hiçbir şey katmadan sadece bana bilgi veren her şeyden nefret ediyorum’ diyor.”
‘Okumalarımda yaratma ve üretmenin anahtarını öğrenmiştim’
Bilginin sarsıcı gücüne vurgu yapan Ergin, “Bilgi müthiş bir şeydir; paranı veriyorsun, zamanını ayırıyorsun, tartışıyorsun, yaşamındaki diğer şeyleri reddediyorsun ve ona ulaşıyorsun. Şunu fark ettim, bilgiyi ayakaltına atmamak lazım. Cam kırıklarıyla inci, ikisi de güneşte parlar ama ikisinin arsındaki farkı öğretti bana okumalarım. O yüzden hala okuyorum. Günlük başucumda 3 tane kitap vardır. Her 10 yılda bir okurum James Joyce’un Ulysses’i vardır. Okumalarımda yaratma ve üretmenin anahtarını öğrenmiştim. Yetenek, ilgi, birikim; bu üçü olduğunda yapamayacağınız şey yoktur. Nerede olduğunuz, nereli olduğunuz çok önemli değil, en olursunuz, onu fark ettim” diye belirtti.
‘Akçeli işlerle uğraşmaman olayı daha dramatik hale getirir’
Yoğunlaşmış okuma, öğrenme mesaisinin aile içi yaşantısına yansımalarını değerlendiren Ergin, şöyle konuştu: “Çocuklarım ile belli bir yaşın üstünde ilgilenme yerine evin her yerinde kitap ve yazma seramonisi ister istemez onların yaşam alanını daraltır. Gece yarılarına kadar klavye sesi ve sigara dumanı rahatsızlık veriyorsun. Bir de buna sıfat ve getirisi hesabı olmadan akçeli işlerle uğraşmaman olayı daha dramatik hale getirir. Benim küçük kızım Hazal Seyran on iki yaşındayken ” Bu ne ev dersane gibi” dediğinde büyük oğlum Dara Can ve büyük kızım Dilara’nın yaşam alanına rahatsızlık vererek nasıl mudahil olduğumun farkına vardım ve onların olmadığı zamanlarda seçmeye çalışarak yazma macerama devam ettim. Hanımım 40 yaşında üniversite bitirdiğinde bu sonuçsuz ve sıfatsız yazma macerasını devam ettirmemin anlamsızlığını Elias Cannetti nin “Körleşme ” romanının önermesi olan “kadın ve kitap” çatışması 80 metrekare toplukonut evinde kitaplıkla küçük ev çelişkisi yeni büyük eve taşıyana kadar 16 yıl sürdü.”
‘Küçük büyük yaptığım her işte mutlaka bir bedel ödettiler’
Öğrencilerine ustaca dokunuşlarını ise Ergin şöyle anlattı: “Öğretmenim ama öğreten adam da olmadım. Gözlem yapma, detayları görme, yoğunlaşma konusunda iyiyim. Yoğunlaşırken etraf ve mekandan uzaklaşma, göremem durumu istemeden oluşur. İyi çocuklar hemen dikkatimi çeker ama yapışmam çocuklara, dokunurum, bırakırım, onlar yoluna devam eder. Politik cinayetlerin olduğu ortamda hem kendimi terbiye ettim hem de çocuklarla güzel eserler ortaya çıkardım. Yalnız küçük büyük yaptığım her işte mutlaka bir bedel ödettiler. Eşim, çocuklarım kitapları sever ancak benim bu abartılı ilişkim onların anlayışını hep zorlamıştır. Çünkü onlarla geçireceğim zamanı kitaplarla geçiriyordum. Kitaplarım evde ciddi yer kaplıyor, adeta işgalci gibi. İki sıra kitap alan Kitaplığım dışında 8 ülkeye gitmişim, 8 uluslararası sempozyuma katılmışım. Her ülkeden getirdiğim bir valiz ve Her sempozyumun bir çantası, rozeti var. Fotokopi kitaplarım var.”
‘Sıfat kullanmayan insanlarla güzel sohbetler ederim’
Yaşamı boyunca bağımsız çizgisini korumaya büyük özen gösterdiğini ve kendi ayakları üzerinde durarak, hiçbir güce yaslanmadan kendini gerçekleştirmeyi esas alan Ergin, insanların statülerinden arınarak sosyalleşmelerinin doğru olduğunu benimsediğini ifade ederek, şunları dile getirdi: “Ben bütün çalışmalarımda, bütün ilişkilerimde hep sivil kaldım. Hiçbir güce yanaşmadım. Süryanilerle ilişkim oldu. Ermenilerle, Yahudilerle, Türk ve Müslümanlarla ilişkilerim oldu. Her çevreden az da olsa nitelikli insan tanıdım ve dostluklarım oldu. TRT ŞEŞ’e çıktım hemen ardından GÜN tv’ye de ama kimsenin kadrolu adamı olmadım, olmam. 40 yıllık ibadeti, birileri tanısın diye onlara yakın olmam. Birilerinin adamı değilim, kendimce doğruyu ortaya koyar bırakırım. Politika yapmıyorum ama politika yapanlara karşı duruşum daha entelektüel daha sosyal daha kültürel daha ontolojiktir. Sloganik değildir. Sıfat kullanmayan insanlarla güzel sohbetler ederim. Karşımdaki insan apoletlerini çıkarıp oturmalı, yoksa onları parçalarım. Ben hep sivildim ve sivil olmayı seviyorum.”
‘Akademiyi de aşan bilgi bombardımanı…’
Kanın Gizli Tarihi: Reşo Kuri dışında birçok kitap çalışmasını tamamlamasına rağmen yayınlamadığını ifade den Ergin, sözlerini şöyle sürdürdü: “Benim 6 tane kitabım duruyor bastırmadım. 2007’den sonra yine çalıştım. Elimde çok iyi 3 tane kitap daha var. Kürt yaşam tarzı, kültürü, dokusunu belgelerle ve iyi bir edebi dille yazmışım. Okuduğunuz zaman iki defa okumak zorundasınız. Alçak gönüllülük de riyakarlık oluyor ki, zaten ukalalık ukalalıktır. Türkiye’nin en iyi eleştirmenine rahmetli yeminli mali muşavir arkadaşım, arkadaşı olduğunu söylediği (A. Ömer Türkeş) dahi gönderilmiştir kitabımı ama bir buçuk yıl hiç cevap yazmadığını söylemişti. İyi okuyuculuktan gelen bir iddiam var. Yazım kuramıyla ilgili 13 Türkçe kitabın hepsini de okumuşum. Ama diyorum ki, senaryoda hocam var, çünkü bilmediklerimi bana kattı. Ben yılda 2 tane akademik çalışma yapmışım. Her bir akademik çalışmam başlı başına bir kitaptır. Bilimseldir, orijinaldir ve en’dir. Akademik 30 sayfalık çalışma normal öykü formatında 60-80 sayfaya çıkar. Akademiyi de aşan bilgi bombardımanı ile yaptığım okumalarım daha serbest daha rahat ve bilgi doludur.”
‘En sadeyi yakalamak en zor olandır’
Sivil kalmayı hayatının merkezine koyduğu için kariyer, mevki makam peşinde koşmadığını ve özünü korumayı esas aldığını belirten Ergin, şöyle konuştu: “Zamanında reddettiğim tekliflerin hiç birinden pişman değilim. Reddetmeseydim ben olmazdım. Sivilim, üretiyorum. Bu kitabı 15 yıl çalıştım. Bin yıl sonra okunacak bir kitap olduğunu altı yüksek lisans öğrencisi ile altı saat süren kitap okumalarında dile getirildi. Dünyanın önemli kütüphanelerinde kaynak bir kitap alınmış. Kitap her kesime hitap ediyor, iyi bir dili var. Bu kitapta aptal bir dille yazmadım. Her bölümün başında 2-4 kullandım. Günümüz kuşağı okuryazarlık anlamında bizim kuşak bilgi aydınlanma 19 yy sonrası çağıydı, şuan ki bilişim çağı, daha pratik daha hızlı. Bu çağda dış dünyanın müthiş çekiciliği var. Bu çağda bilgiye ulaşmak çok kolay artık. Sanat en karmaşık şeyi en basit anlatmak değil midir zaten? Dünyanın en mükemmel ve en rezil bilgiye de ulaşılıyor bu çağda. En sadeyi yakalamak en zor olandır.”
‘Hiç bir yere kan vermedim, kanımı kendime sakladım’
Okumalarını rastgele yapmadığına değinen Ergin, öğretmenliğin yaşamını disipline ettiğine vurgu yaparak, “Her şiir yazana şair denmez. Hem öğreten hem de öğrenenim. Şiir anlamında yoğunluk derinliği olan İsmet özel, Ece Ayhan’dır. Şairler yalancıdır, duyguya dair abartılı şeyler getirirler. Politik anlamda tarihlerle oynayan bir adamım. Dünyada sindirilerek yapılan yazınsal bütün faaliyet ve ilişkiler bizim coğrafyamıza, topraklarımıza gelene kadar değişti. Ben rast gele okumadım. Her tarzın en’ini okudum. Ben çocukken mektup yazıcısıydım mahallede. Şarkı sözleri ve politik sloganlardan derlenmiş kavramlarla şiir olmaz. Şiirin bir asıl metni ve alt metni vardır. Profesyonellik bunları doğru anlamlarda verebilmektir. Örgütlü sürüler halinde bilmek aydın olmak farklı şey. Yaratma, üretme bireyseldir, bireysel anlamda kendinle yüzleşiyorsunuz. Eleştirirken yaptıklarımı gösteriyorum. Kitabı çizmem, üsten ve Altan katlarım sadece. Öğretmenlik beni disipline edip terbiye ediyor emekli olmayı düşünmüyorum, öğreneceğime çok şey var henüz. Hiç bir yere kan vermedim, kanımı kendime sakladım, kimseyle paylaşmadım. İleride arşivimdeki kitaplarımı paylaşmalarını isterim” dedi.
‘Uzak olan gerçektense, yakın olan yalanı tercih etmek’
Öğrenmeyi sevdiğini ve bir daha dünyaya gelse öğretmen olmak istediğini söyleyen Ergin, öğrencilerine ayakları üzerinde bağımsız bir şekilde durmayı ve kendi potansiyellerini gerçekleştirmeyi önererek, şunları paylaştı: “Ayaklarınız üzerinde durun, kendinizi olun, kendinizi keşfedin, kimseye ihtiyaç duymayın derim öğrencilerime de. Uzak olan gerçektense, yakın olan yalanı tercih etmek. Beyin düşünür, yürek hisseder, beden haz alır. Kanaatimce Feminal yanları güçlü olanlar ya iyi savaşçı ya da iyi şair olur ya da Lacancı bir yaklaşımla “Fallus kompleksi- Arzulama imi ve eksiklik duygusuyla” insan soyundan nefret eder. Akademisyen değilim ama akademik disiplin ve terbiyeye sahip yazıları severim.”
‘Kendimi ve ötekini yontmayı severim’
8 sempozyuma katıldığını belirten Ergin, yayınevinde editör sıkıntısı olduğunu ve İyi editör bulmanın zor olduğunu belirterek, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kitapları okurken rastgele okumadım. Awesta, Tevrat, Zebur, İncil, Kuranı tarih, mekan, isimler, coğrafi yer adları, mucize ve gizler anlamında defalarca okudum.48 çalgı geçer Zeburda. 48 çalgıdan 11-12 çalgı günümüze gelmedi. Parça başına o hazzı yaşadım, okudum, sindirdim. 3 günde oturup size şiir kitabı yazarım. Kendimi ve ötekini yontmayı severim. Murç ve çekiç’i iyi kullanırım. Hangi darbeyi ne kadar vuracağımı bilirim, sanat burada işte. Yetenekli ama yoksul çocuklara çalıştım, onun verdiği haz var bende. Hem teoride hem de pratikte bilgileri biliyorum. Yönetmenlerine göre film arşivim var.”
‘Hileli bir zaferi sevmiyorum’
Bağımsız kimliğini korumayı esas aldığına vurgu yapan Ergin, “Kendim olduğum her yere giderim. Kendimi ifade edemeyeceğim hiçbir şeyde yokum, benim formülüm budur. Hiçbir pişmanlığım yok. Ben merkezdeyim, politik, kültürel, entelektüel anlamada; bir yere kayma gibi bir derdim yok. Ismarlama bir kitap hiç okumadım. Hileli bir zaferi sevmiyorum. Kazansam da kaybetsem de o hazzı yaşayarak yapıyorum her şeyi” diye belirtti.
‘Politik rezilliklerden uzak kalmak için okuyucu ve aktarıcı olmuşum’
Dil bilimi konusunda önemli okumaları olduğunun altını çizen Ergin, son olarak şunları ifade etti: “Dinler evrenseldir. Bir dilden yayılır, yayılan dilde namaz dilidir. Ben dilciyim. Bilgilerimi hiç akçeye dökmedim. Sloganik Kürtçeye hiçbir zaman pirim vermedim. Kelime haznem geniştir, realetif cümle kurabilirim. Kürtçe vurgulu dildir. Bazen derslerim konferans gibi oluyordu. Dilbilim okuduğum için alfabeler arası farklı sesler ile sözcüklerin etimolojik, morfolojik, sözcükbilim, sesbilim ve anlambilim açısından bulmaca çözer gibi analizini yapmayı severim. Bir dilden düşünüp öteki dilden düşününce komik durumlar ve sesler ortaya çıkar. Konuşma dilince çocuk yerine çicuğ, göz yerine Güz diyen Kürdün, Xırxız yerine hırhız diyen bir Türke, yazı dilinde ise normal ve yumuşak “g”yi karıştıran Kürt yazıcıyı ele verir. Çünkü ö, ü, ğ Kürtçede yoktur. Türkçede q, x, w sesleri yok. Kürtçede yumuşak g yoktur. Bir daha dünyaya gelsem yine öğretmen olurdum. Benim işim kayıt altına almak, analiz etmek, aktarmak. Bilim olmayan ve bilimsel disiplinlerden beslenen tarih ve siyasanın olumsuz yaklaşımlarından bilmeden bilim, sanat ve edebiyat örnekleri vermişim. Ya da politik rezilliklerden uzak kalmak için okuyucu ve aktarıcı olmuşum.” PİRYOL