“Evrende en büyük ziyan, sorgulama yeteneğini yitirmiş bir beyindir…” Albert EİNSTEİN
Aleviler, tek Tanrılı Semavi dinlerden ayrı, kendine özgün, ikrar ve rıza esaslı bir inanca (öğretiye) mensup oldukları için her dönem egemenlerin hedefinde olmuş, her dönem öteki görülüp, çeşitli baskı ve zulme uğramışlardır. Bu öteki görülüp, baskı, inkâr ve zulme uğrama durumu Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de süregelmiştir. Şöyle ki, 24 Temmuz 1923’te Lozan’da kendini uluslararası statüye kabul ettiren Cumhuriyet, belirlenen sınırları içinde “Türk-Sünni-Hanefi-İslam” tekçi ulusal kimlik ekseninde kendini kurumsallaştırmaya yönelir.
Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir devlet, yeni bir siyasal yapı biçiminde tarihe adımını attığında, bu yeni yapı, eski (Osmanlı) yapı üzerinde inşa edilmeye başlanır. Nasıl mı? 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet ilan edilir. Fakat Saltanat, 1 Kasım 1922 yılında kaldırılmış olmasına rağmen, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda, “Türkiye Devletinin Dini İslam’dır” cümlesi, Osmanlı Devleti’nin resmi dini olan İslam’ın yeni kurulan Cumhuriyet’in de resmi dini olduğunu açıkça ilan edilir. Bu eksende etnik ve inançsal alanda büyük bir çeşitlilik gösteren Türkiye’nin toplumsal yapısı, “tek ulus, tek inanç, tek millet ve tek din” denilerek Türk üst kimliği adı altında, tüm kimliklerin “Türk-Sünni-Hanefi-İslam” potasında eritilme sürecine gidilir. Bu süreçte başta Kürtler olmak üzere tüm farklı etnik kimliklere Türkleşme, Alevilere de Müslüman’laşma dayatılır.
Tekçi akıl 1924’ten başlayarak, 1924 Anayasa’sının da özüne uygun olarak inkâr ve asimilasyon politikalarına hız verir ve asimilasyonu bir devlet politikası haline dönüştürür.1924 yılında ve sonraki yıllarda çıkarılan kanunlara bakılırsa bu durum çok rahat görebiliriz. Cumhuriyet devrimleri adıyla peş peşe kanunlar çıkartılır. İlk olarak tekçilik anlayışına dayalı olarak ve devletin dini İslam’dır anlayışına dayalı olarak; Mustafa Kemal’in emriyle 429 Sayılı Kanun ile 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin yerine Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlı bir teşkilat olarak “Diyanet İşleri Reisliği (DİB): kurulur. Zira aynı gün Şer’iye ve Evkaf Başkanlığı kaldırılmıştı. Burada yapılan sadece ve sadece isim değişikliğinden ibaret olan bir şeydir. Yani “Şeyhülislam’ın dininden Diyanet’in dinine” geçiş yapılmış olunur ve bu yapıyla birlikte ülke “Sünni-Müslüman-Hanefi-Maturidi” inancının merkezi haline getirilir.
Tekçi akıl tarafından Diyanet’e, toplumun dinsel olarak tek tipleştirilmesi için görev verilir ve sözde laik devletin bir kurumu olan Diyanet kurulduğu günden beri tek tipleştirme aygıtı olarak çalışmaya başlar. O günden bu güne Diyanet kuruluş misyonu (görevi) gereği, Cami, namaz, ramazan orucu, sahur, iftar ve bayram gibi tüm “İslam’i” ritüelleri, Türkiye’nin dinsel gerekleri olarak yaygınlaştırıp toplumun tümüne dayatır. Önemli bir notu da burada belirtmekte fayda var, 1924’te Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına bağlanan Diyanet, 2017 referandumuyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren uygulanmaya konulan sistem değişikliğiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığına bağlandı. Kendisini laik bir devlet olarak tanımlayan devlet düzeni içinde olmaması gereken Diyanet, günümüzde demokrasinin ve barışın önündeki en büyük engel olarak gözükmektedir.
Diyanetle yetinmeyen bu tekçi anlayış, Diyanet’in kuruluşu kanunundan 15 gün sonra, 18 Mart 1924 tarihinde de 442 Sayılı Köy Kanunu çıkartır. Söz konusu kanunun 2. Maddesi’nde köyü tanımlarken ilk başta Cami’yi sayar. Ve devamında “otlak, yaylak, baltalık gibi ortak malları bulunan, toplu veya dağınık evlerde oturan insanlar, bağ ve bahçe, tarlalarıyla birlikte bir köyü teşkil ederler” denir. Bu kanunun 2. Maddesi’ndeki köy tanımlamasına baktığımızda Cami’si olmayan köylerin, köy olarak kabul edilmediğini görüyoruz. İşte bu kanuna dayanılarak Alevi köylerine Cami’ler yapıldı. Yine bu kanunda tekçi bir yorumda bulunularak, köylerde yaşayan yurttaşlar sadece tek dine ve inanca mensupmuş bir politika ortaya konulup, tek merkez haline getirilen bir din dışında kalan başta Alevilik olmak üzere tüm dinler ve inançlar yok sayılıp inkâr edildi. Bu kanun bile tek başına ötekileştirme, tekçileştirme ve asimilasyon siyasetinden başka bir şey değildir…
1924 Anayasasıyla birlikte Alevilik resmi olarak tanınmaz, bırakın tanınmayı Dergâhları kapatılır ve Yol önderleri yasaklanır. Çıkartılan Diyanet ve Köy Kanunuyla yetinmeyen tekçi anlayış tarafından, 30 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile bazı Unvanların Men ve İlgasına dair 677 Sayılı Kanun çıkarttırılıp, kabul edilir. Bu kanunla Alevi Dergâhları yasaklanıp kapısına kilit vurulur. Başta Alevilerce çok önemsenen Hace Bektaş Dergâhı olmak üzere tüm Alevi Dergâhları gericilik yuvaları gerekçesiyle kapatılır, mal varlıklarına el konulur ve kıymetli eserleri yağma edilir. Yağmadan kurtulanlar ise Ankara’da bulunan Etnografya Müzesi’ne alınır.
Dergâhların kapatılmasıyla birlikte Alevi-Bektaşi Yol önderlerinin Mürşitlik, Dedelik, Babalık ve Çelebilik gibi unvanları üfürükçülükle ve falcılıkla eşdeğer görülüp yasaklanır. Adeta Padişah II. Mahmut’un 1826’da yaptıkları tekrarlanır. Bu yapılanlar adaletsizlikler de “ilerleme-çağdaşlaşma” girişimi ve ‘laikliğin’ gereği olarak topluma sunulur. Açıkçası 1925’lerden itibaren tekçi akıl asimilasyonu bir devlet politikası haline dönüştürür ve Aleviler baskı altına alınır ve sindirilir. Cemler basılır ve Cem yürüten Pir’leri (Dede’leri) tutuklanır. Kapatılan Alevi-Bektaşi Dergâhları, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne devredilir. Aleviler hayatın her alanında; baskıyla karşılaşırlar ve gelmiş–geçmiş tüm Cumhuriyet iktidarları döneminde rejim için “sorun” olarak algılanmaktan, asimile ve manipüle edilmekten kurtulamazlar.
Ülkemizde yani bu coğrafyada, Cumhuriyet döneminde hakikaten insanın yüreğini sızlatan, ruhunu karartan inkâr, baskı, yasak, katliam, sürgün ve asimilasyon gibi vahim ve uygulamaların yapıldığını biliyoruz. Kısaca Aleviler açısından Türkiye tarihi “katliamlar, sürgünler, yasaklar, baskılar ve asimilasyon” tarihi dersek her halde yanılmış olmayız! Osmanlı döneminde “katli vacip” denilerek haklarında fetvalar çıkarılıp fermanlar yayınlanarak katledilip, sürgün edilen Aleviler, Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de iftiralara maruz kaldılar, horlandılar, dışlandılar, ötekileştirildiler, baskı, katliam ve sürgün politikalarıyla karşı karşıya kaldılar.
Esasen Alevi katliamı, kırımı 1921 yılında Koçgiri’de başlamıştı. Aleviler 1937-1938 yıllarında Dersim’de katliama uğradılar. 11 Haziran 1967 tarihinde Maraş/Elbistan’da, 5 Mart 1971 tarihinde Hatay/Kırıkhan’da saldırıya uğradılar. 17-18 Nisan 1978 tarihlerinde Malatya’da, 4 Eylül 1978 tarihlerinde Sivas’ta, 19-26 Aralık 1978- Maraş’ta, 27 Mayıs-06 Temmuz 1980 tarihlerinde Çorum’da, 2 Temmuz 1993, Sivas Madımak Oteli’nde, 12 Mart 1995 tarihinde Gazi Mahallesinde ve 15 Mart 1995 tarihinde Ümraniye – 1 Mayıs Mahallesi’nde katledildiler. Bütün bu katliamlar Alevi toplumunun hafızasında ciddi ve derin tahribatlar yarattı.
Aleviler, kente gelmeden önce köyünde tarlasında ürününü-ekinini kaldırıp, iktisadi olarak hayatını sürdürürken, Ocak-Pir-Talip ilişkisi içerisinde Yol’u erkânını sürdürüp Aleviliğini yaşıyordu. Fakat 1980’li yılından başlayarak hızlı bir şekilde kentlere gelen Aleviler çeşitli (sosyal, siyasal, inançsal ve kültürel) sorunlarla karşılaştılar. Köyde, Yol’u erkânını sürdüren Aleviler, kentte egemen din (mahalle baskısı) baskısından kaynaklı olarak, komşusundan, patronundan ve iş arkadaşından, okulda öğretmeninden ve sınıf arkadaşından kendini gizlemek zorunda kaldılar. (Bu kendini gizleme daha düne kadar yani yakın tarihe kadar devam etti) Mahalle baskısı Aleviler üzerinde hiç eksilmedi, “İslam’ın bir tek ibadethanesi var oda Cami’dir.” “Cami’ye gel, Namaz kıl” ve “ramazan orucunu tut” gibi dinsel ve daha onlarca politik ve siyasi baskılarla karşılaştılar ve sistemli bir biçimde bir yandan asimilasyona maruz kaldılar, bir yandan da ayrımcılığa tabi tutuldular. Tekçi anlayış bugüne kadar farklı söylem, araç ve aktörlerle devam etse de Alevi toplumu üzerinde uygulanan asimilasyon yöntemi hiç değişmedi ve ‘öteki görülen yurttaşlara’ karşı inkâr ve asimilasyon, partiler üstü bir devlet politikası olarak devam ettirilip günümüze kadar gelindi.
Biz “Aleviler” açısından baktığımızda; sanki “Alevler”, Cumhuriyet döneminde inkâr edilmemiş, baskıya, katliama ve asimilasyona maruz bırakılmamış gibi, yıllarca bu tekçi-inkârcı aklın savunucuları ve bu aklın yörüngesine girmiş kimi “kurtçuklar” tarafından sürekli manipüle edildiler. Asimilasyonun bir devlet politikası olduğu görmezden gelindi ve sadece dönem iktidarlarına mal edildi. Oysaki yıllardır ve günümüzde yürütülen asimilasyon politikaları tekçi aklın ürünüydü ve de bir devlet politikasıydı.
Yapılan manipülasyonun etkisiyle kimi Aleviler (çoğunluk böyle) yıllardır adaletsiz bir gerçekle yaşamlarını sürdürüp bu adaletsiz gerçekle yüzleşmek istemiyorlar. Kendileri açısından sanki bütün bu olumsuzluklar (baskı, inkâr, katliam ve asimilasyon) olmamış, yaşanmamış ve 1990’lı yıllara kadar ki döneme kadar yarı gizlilik ve yarı sessizlik içinde olunmamış gibi davranıyorlar. Ne yazık ki, toplumumuzun büyük bir çoğunluğu Cumhuriyet’in ilk yüz yılında yaşadıklarıyla yüzleşmek istemiyor. Hâlbuki geldiğimiz bu noktada yani Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken, Cumhuriyet’in ilk (birinci) yüz yılıyla yani gerçeklerle yüzleşmenin tam zamanıdır! Aşk ile.
EKLER:
Dâhiliye Vekili (İçişleri Bakanı) Şükrü Kaya’nın 9/ 2/ 1933 tarihinde Büyük Erkânı Harbiye Reisliğine Başlıklıklı yayınladığı 1580 numaralı tezkere! Bu tezkere de “Bergama’nın Kapukaya Köyünde ayin (Cem) yaptıkları gerekçesiyle 6 kişinin ağır ceza mahkemesinde yargılanmasından söz ediliyor… 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Cem yapıyorlar diye Alevileri baskı altına alıp yargılayan devlet, günümüzde de resmi bir yapı (T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Alevi-Bektaşi Kültür Ve Cemevi Başkanlığı) kurarak, Aleviliğin içini boşaltmaya çalışıyor…
3 Şubat 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi. Memleket Haberleri Başlığıyla Verdiği Haber! “Bektaşi âyini yapanlar mahkûm”, “Mustafa Türabi ve Nihat Babalar üç ay hapis yatacaklar” diyor.
Mehmet KABADAYI.
İletişim: Mehmet_k.34@hotmail.com