Yazar Metin Aydın’ın “Bu bir söyleşi kitabıdır” eserinde yer alan 55 söyleşi, bu topraklarda aydın, sanatçı ve yazar olmanın sorumluluklarına işaret ederken, anadil sorunu, birlikte yaşam kültürü, sanat siyaset ilişkisi, coğrafyanın sanata etkisi ve günümüzde yazınsal alandaki üretimlerde yaşanan irtifa kaybını gözler önüne seriyor.
Yaşadığımız topraklarda akademiyanın sistem içi niteliği, aydın olma sorumluluğu ve özgürlük ilişkisi, anadiline uzak Kürt yazarlar gerçeği, popüler kültürün girdabında irtifa kaybeden toplumcu sanat ve edebi eserlerin üretiminde yaşanan daralma, anadile yabancılaşma, politikleşen, kutuplaşan sosyal-kültürel yaşamda birlikte yaşamı zedeleyen yaklaşımlar, çift dilli yazarların yaşadığı gelgitler ve daha birçok konuda “Bu bir söyleşi kitabıdır” eseri önemli değerlendirmeler içeriyor.
Yazar Metin Aydın’ın 20 yılda yaptığı söyleşilerden oluşan “Bu bir söyleşi kitabıdır” eseri okuyucuyla buluştu.
Şair, yazar Metin Aydın’ın Red Yayınları tarafından yayımlanan “Bu Bir Söyleşi Kitabıdır” yapıtında geniş bir yelpazeden 55 yazar ve sanatçı yer alıyor.
20 yıllık birikim ve 20 yılın üzerinden geçtiği, eskittiği, geride bıraktığı ya da geleceğe taşıdığı birçok yaşanmışlık “Bu Bir Söyleşi Kitabıdır” eseri ile okuyucunun ilgisine sunuluyor.
2003 – 2023 tarihleri arasında söyleşi yapılan isimler şöyle:
İhsan Fikret BİÇİCİ – Bülent TEKİN – Latife TEKİN – Mehmet Mahsum ORAL – Emine Uçak ERDOĞAN – A. Kerim KOŞAR – Komutan JOJO – Özgür ÖZGÜN – Aydın ALP – Mehmet ÇELİK – Aydın ÖZTÜRK – Gani TÜRK – Osman XUNAV – Mehmet ATLI – Bamed SERDAR – Mehmet ERBEY – Vecdi ERBAY – Ahmet ÇAKMAK – Welat VEDA – Murat BAY – Mehmet Bedi DEMİR – İbrahim Halil AKDAĞ – Hicran ASLAN – Mehmet DİNÇ – A. Rahim KILIÇ – Gökhan ASLAN – Abdurrahman (Abdo) YALÇINKAYA – Firat CEWERÎ – Burhan EKİNCİ – Ceylan ALKAN – Vahap ULUÇ – M. Latif SAĞLAM – Mustafa AYDOĞAN – Bilal KORKUT – Alişer AVCI – Orhan AKSOY – Tolga KARABOĞA – Suzan SAMANCI – Îrfan Amîda – Remzi TANRIVERDİ – Necla Taysun SAĞLAM – Atilla YAŞRİN – Şener ÖZMEN – Tekin ÇİFÇİ – Şeyhmus DİKEN – Hayrullah ACAR – Lal LALEŞ – Adnan GERGER – Sema GÜLER – Muharrem ERBEY – Mehmet ALTUN – Vahap COŞKUN – Cemil DENLİ – Gülseren MUNGAN – Seçil DUYAN
Yazar Aydın’ın söyleşi kitabında yer alan yazar ve sanatçıların ilk bakışta göze çarpan bazı vurgularını kısa kısa seçkilerle okurun ilgisine sunacak olursak…
‘İki yıla yakın bir süre Ahmed Arif ile birlikte çalıştık’
Şair İhsan Fikret Biçici, Ahmed Arif ile tanışıklığına çalışmalarına dair şunları söylüyor: “Ahmed Arif ile ilk kez 1958 yılında (o zamanlar Ahmed Arif, Medeniyet Gazetesi’nin yazı işleri müdürüydü.) arkadaşım Şahin Cizrelioğlu vasıtası ile tanıştım. Daha sonra 1960 yılında yayımlanmaya başlanan Öncü Gazetesi’nde Ahmed Arif ile birlikte tashih (düzeltme) servisinde çalışmaya başladık. Ahmed Arif servis şefiydi. O da birlikte çalışmak için beni ve Diyarbakır’da gazete-kitap işiyle uğraşan sonra Ankara’ya yerleşen Sezai Yılmaz’ı önermiş. Birlikte Altan Öymen’in yanına gittik. Altan Öymen, gazetenin genel yayın yönetmeniydi. İki yıla yakın bir süre bu serviste Ahmed Arif ile birlikte çalıştık. Edebiyat ve şiir dünyama bu iki yıllık sürenin, yani Ahmed Arif ile birlikteliğin, büyük katkısı oldu. Birçok şair ve yazarla o serviste Ahmed Arif aracılığıyla tanıştım. Örneğin, Muzaffer Erdost, Cemal Süreya ile tanışmam o dönemde oldu. O düzeltme servisinde geceleri çalıştığımız için, gündüzleri pek işim olmuyordu. O sıralar, Muzaffer Erdost, Ülke diye haftalık bir dergi çıkarıyordu. İlk sayıdan sonra, Ahmed Arif’e gündüz işimin olmadığını, sadece yardım etmek amacıyla Ülke dergisinde de çalışabileceğimi söyledim. Hoşuna gitti. Birlikte Ülke dergisinin bürosuna gittik. Beni Erdost’la tanıştırdı. Böylece gündüzleri Ülke dergisinde çalışmaya başladım. Dergi kapanıncaya kadar da çalıştım.”
‘Aydın, yerleşik-bozuk düzeni eleştirebilen kişidir’
“Bu bir söyleşi kitabıdır” eserinin ilk söyleşisinde yazar Bülent Tekin, aydın kimliğinin muhalif karakterine vurgu yaparak, “Aydınlanma özgürlüğün zorunluluğudur. Özgürlüklerin siyasetle ilintisi doğaldır. Ancak özgürlük burada bireyin özgürlüğü yanında toplumsallaşmasını da kapsar. Adı üzerinde “aydın”, yani Aydınlanmanın ürünü… Kültürüyle, edebiyatıyla tekmil bir aydından bahsediyorum. Kimliğine sahip çıkan, insani ve kültürel taleplerini bilen ve istemesini bilen kişi. İyi yazan ve iyi edebiyat yapan… Kötü yazma şansı olmayan biri. İşte böylesi bir entelektüel aydın fedakârlıkların insanı olmak zorunda. Ama ne -yazık- ki bunların büyük kısmı bu değerleri politika arenasında salt belediye başkanı, milletvekili, encümen gibi makamlara yükselmek için kullanabilmektedirler. (Bakıyorsunuz bugün bile önemli sayılan bir şair milletvekilliği uğruna seçime katılabilmektedir.) Oysa aydının birinci görevi yaşadığı topluma sorumlu olduğu borcu ödemektir. Bu borcu tanımlarsak onun makam ve parayla ilintisi düşünülemez. Bu borç doğruları ve gerçekleri anlatı sanatıdır. Aydın, yerleşik-bozuk düzeni eleştirebilen kişidir. Bir profesöre her zaman aydın denmez. Bazen bir işçinin, bir köylünün aydın olma olasılığı olabilir. Ekonomist, teknokrat, bürokrat kendi dalında uzman olabilir. Ama aydın olma kıstası toplum yazgısıyla ilgilenmek, yazgıyı değiştirme tavrını alabilmektir. Çıkar çevrelerinin oluşturduğu kirlenmeyi -egemen sınıflarca suç sayılsa da- eleştirebilme cesaretini gösterebilendir. Aydının görevi, gerçeği berrak, açık, olduğu gibi göstermek; çirkin ve kötüden sıyrılıp, en güzel ve en iyiyi meşrulaştırma çabasına girmektir” diye belirtiyor.
‘insan sızısını çekmediği bir acının bilgisine eremiyor’
Yazar Latife Tekin ise yazma eyleminin insanın yaşamına dokunması gerektiği gerçeğine vurgu yaparak şunları dile getiriyor: “Bence insan ancak iyileştirebileceği acılar konusunda konuştuğunda inandırıcı olabilen bir varlık, sızısını çekmediği bir acının bilgisine eremiyor, eğer erebiliyor olsaydı, barış ve mutluluk içinde yaşıyor olurduk şimdi dünyada, onca söz havaya savrulup gitmezdi…”
‘Ek hafızaya geçiş yapmam için, bir tünele ihtiyacım vardı’
Mehmet Mahsum Oral, “Niçin yazıyorsun?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “Yazmak, kendimiz için ek bir hafıza mekanizması yaratmamızdır. Doğal hafızama yerleşenlerin orada bir çatışma yaşadığını fark ettim. Öylesine çok renk, öylesine çok tat birikiyor ki insanda. Bunları tek bir hafızada bir arada tutamadım. Dramı ve komedisi aynı anlara denk gelen bir iklimde yaşıyorum. Gelişigüzel bir şekilde doluyor hafıza. Çoğu zaman istem dışıdır… Yarattığım bu ek hafızada, yalnızca imge ve mürekkep olsun istedim. Doğal hafızada hapsolmak rahatsız ediyordu beni. Ek hafızaya geçiş yapmam için, bir tünele ihtiyacım vardı. Kalemin ucuyla kazımaya başladım tüneli…”
‘Tarihten gelen birlikte yaşama kültürü şiddetin üstesinden gelecek’
“Çanakkale savaşında Kürt civanlar” kitabının yazarı Emine Uçak Erdoğan, halkların birlikte yaşam kültürüne ilişkin şu ifadeleri kullanıyor: “Başta Çanakkale olmak üzere Birinci Dünya Savaşı’nın bütün cepheleri Osmanlıyı oluşturan halkların birlik duygularını, ortak ruhunu çok güzel bir şekilde yansıtıyor. Savaş öncesinde milliyetçilik duyguları yakıcı etkilerini göstermiş bulunsa da seferberlik emriyle herkes bu duyguları bir kenara bırakıp savaşa koşmuştur. Ve bu öyle baskı ve zorlamalarla değil tamamen bir istekle olmuştur. Kürtler için de durum böyledir. Ama durum böyleyken bugün geldiğimiz noktada sanki iki düşman halk görüntüsü verilmeye çalışılıyor. Toplumdaki kamplaşmaları körüklemek için var gücüyle çalışanlar var. İşte bu itiş kakış arasında Çanakkale’yi o birlik ve beraberlik günlerini hatırlatarak, geçmişi unutmuş her kesime ‘durup bir düşünme’ , ‘serinkanlı davranma’yı hatırlatacaktır bu kitap. Bu yüzyıllık süre içinde Türklerin Sevr travması, Kürtlerin de inkâr politikalarından, sürgünlerden yaşadıkları travmalar özellikle son 30 yıldır hepimizi bir yangın yerinin kıyısına getirdi. Bu yanlış anlamalardan, kamplaşmalardan, düşmanlıklardan ortada gergin bir hava varmış gibi algılansa da, aslında Kürtlerin ve Türklerin yüzyıllardır bu topraklarda kardeşlik içinde, birbirlerinden kız alıp vererek yaşamayı öğrendikleri ortadır. Her iki tarafta şiddeti kutsayanların olduğunu da göz ardı edemeyiz. Ama tarihten gelen birlikte yaşama kültürünün bunların üstesinden geleceğini düşünüyorum ve umuyorum.”
‘Ne tamamen siyasetin güdümünde ne de ondan arınmış bir sanat’
Sanatçı, yazar A. Kerim Koşar, sanat-siyaset ilişkisini şöyle değerlendiriyor: “Bu konuda ahkâm kesmek istemem. Siyaseti nasıl yorumladığımıza bağlı bence… Orta yolcu bir bakış açısına sahibim. Soruya sağduyulu, hislerden uzak, aklıselim yaklaşmak lazım. Yani ne tamamen siyasetin güdümünde ne de ondan arınmış bir sanat olmalı diyorum. Siyaset ile sanata etle tırnak iç içeliğini örnek verebilirim. Ne sanat ürünlerinde siyasi söylemlerin, klişeleşmiş sözcüklerin sırıtması gerektiğini, ne de var olan olay, olgu ve destansı direnişlerin cımbızlanması taraftarıyım.”
‘Ben rap müzik için, kendimi var etme, dilim ve kültürel değerlerim için mücadele ediyorum’
Mardin/Kızıltepe’de 10 yaşından beri rap müzikle uğraşan “Komutan Jojo (Gürcü dilinde, “ders almayan, uslanmayan kişi)” lakaplı Ahmet Yusuf Omuk da Hiphop kültürünün yaşamına nüfuz ettiği anlara dair şunları paylaşıyor: “Ben bu işe ilk başladığımda küçük bir çocuktum. Yaşıtlarım okul sıralarında birbirine silgi kalem fırlatırken, bir fabrikada öğle molalarında cebimdeki kâğıda bir şeyler yazmaya çalışıyordum. Hep inandım kendime. Hiç pes etmedim, her zaman en iyisini yapmak için çalıştım, çabaladım. Kendi şehrimde bu kültürü tanıttım, büyüttüm. Rap müziği alay edilen bir kültürken kendi çapımda bugün dinlenilen sevilen bir kültür hâline getirdim diyebilirim. Batıdaki tanınan mc’lerden tek farkım, şartlarımızın eşit olmamasıydı. Ben rap müzik için, kendimi var etme, dilim ve kültürel değerlerim için mücadele ediyorum… Sahnede okuduğum her şarkıdan sonra alkışları alnımın teriyle alıyorum. Bir gün başaracağıma, birçok insana örnek olacağıma inanıyorum.”
‘Denizden uzaktayım, ruhum için istediğim gıdaları almakta gecikiyorum’
Mardin Kızıltepe’de yaşayan şair, sanatçı ve yazar Özgür Özgün, yaşadığınız yerin çalışmalarına etkisini şöyle özetliyor: “Sanatın merkezi İstanbul ve oradan oldukça uzaktayım… Denizden uzaktayım, ruhum için istediğim gıdaları almakta gecikiyorum… Sanatla ilgili iletişim için büyük sıkıntılar çekiyorum ama küçük Mardin de büyükşehir oldu hatta ben onun daha büyük ilçesinde Kızıltepe’de yaşıyorum, ama ne yazık ki o da küçük. Ailem bu topraklarda yaşadı. Köklerim buraya ait. O yüzden şikâyet etmiyorum yaşadığım yer konusunda. Bana getirdiği artıları da eksileri de lehime çevirmeye çalışıyorum o kadar.”
‘Serzenişimden pişman olduğum anlaşılıyordur’
Şair Aydın Alp, yazma serüvenini şu ifadelerle dile getiriyor: “Şairim, ama ben şiiri seçmedim, şiir beni seçti. Böylesi “seçilmişlik” hiç de hayra alamet değil. İstesem de artık kurtulamıyorum. Öyle dayanılmaz bir kıskançlığı var ki şiirin, yaşamın sana ait olmaktan çıkıyor. Serzenişimden pişman olduğum anlaşılıyordur. Ve son pişmanlığın fayda etmediği de biliniyor. Şimdi ben, biraz kaçak güreşiyorum. “Edebiyat ortamı”ndan elden geldiğince uzak durarak “kendi hayatımı” yaşıyorum, hem de edebiyatı boşlamadan şairliğimi sürdürüyorum.”
‘(Kürtlerin) Tanzimat Edebiyatı yaşanıyor’
Şair Alp, yaşadığı kadim kentin yazınsal ve sanatsal üretimler üzerindeki etkilerini ise şöyle değerlendiriyor: “Diyarbakır’da olanca elverişsiz koşullara rağmen, edebiyat yine de bir çekim merkezi. Bir sanat ortamı var. Bu, Batı’da bilinen biçimiyle bir sanat değil. Yaralı coğrafyamızın çığlıklarıyla örülen bir edebiyat. Tek dilli asla değil. Kürtçe başat. Kürtçe şiirler, romanlar, öyküler…. yazılıyor. Nicelik var ve bu başlı başına önemli. Nicelik var derken nitelik yok demiyorum. Kürtçeyi değerlendirecek altyapıdan yoksunum ne yazık ki. Ama niceliğin, niteliği yarattığı da bilinmeli. Hem gördüğüm kadarıyla bizim (Kürtlerin) Tanzimat Edebiyatı yaşanıyor gibi. Toplumsal kazanımlar için önemli bir başlangıç görüyorum bunu. Ana dille eğitim hakkı söke söke alındığında, bu yaralı coğrafyamızın muhteşem, doğal ve şiirsel dili Kürtçe, hak ettiği yeri alır mutlaka.”
‘İnsanlığın yazgısını paylaşan şiir, insan yaşadıkça yaşayacak’
Şair Alp’in Türkiye’deki sanat ve edebiyat ortamına ilişkin değerlendirmesi de şöyle: “Türkiye’de şiir kurşuna dizildi; ağır yaralı ve komada. Bunları söylerken canım yanıyor. Ama ne yazık ki durum söylediğim vahamette. Önce şiirin altyapısı yok edildi. Kapitalizmin dini imanı, felsefesi; her şeyi kârdır. Şiir, gelir getiren bir ürün olmaktan çıktı. Her beş kişiden üçünün şair olduğu ülkede şiir, yeterince okunmuyor. Bu ortam, adım adım gerçekleştirildi. Önce büyük yayınevleri korsan edebiyata soyundu. Sonra eş dost, kafakol ilişkileriyle, şu andaki partidaş kapitalizmde olduğu gibi, vasat ürünler ortalığı sardı. Şiirdeki nitelik, marjinalleştirildi. Bu yozlaşmaya ödüller de dâhil. Sözü edilebilecek ürünler azalırken, vasat ürünler ortalığı kapladı. Şiirin alanı daraldıkça marazi duygular çoğaldı. Hırsı büyük, yeteneği küçük olan insanlar, ortamı zehirledi. Kıskançlık, çekememezlik şiirlerdeki güzelim dünyaya leke olarak düşüyor. Biz, daha yazılı topluma sağlıklı geçememişken görsel bombardımana tutulduk. Ve bizim dillere destan, yaratıcı, hümanist, çağa yaraşır eğitimimiz(!) Dijital ortam, internet… Ve yayın ortamının yozlaşması ve karın ağrısı politikanın, kâbus gibi hepimizin üzerine çökmüş olması, şiire son ve öldürücü darbeyi indirmiş oldu. Eleştiri, demokrasinin kurumsallaştığı ülkelerde olur. Türkiye’de hiçbir alanda eleştiri olmadığı gibi edebiyat da bu olanaktan yoksun. Üstelik eleştiri değerlendirme, yol gösterme olarak değil de, çamur atma ya da pohpohlama olarak algılanıyor. Böyle olunca da, şair diye pazarlamacılar, şiir diye “senin saçların, senin gözlerin, senin kaşların…” gibi inciler lanse edildi. Toplum hiçbir alanda, müzik de dâhil, çağdaş şiirle buluşamadı. Şiir, yer yer snop bir havaya büründü.. Ve insanlar, kendilerini ilgilendirmeyen “şiirden”, bu yapay ve sahte ürünlerden soğudu. Biz şiire emek veren insanlar için de bu böyle. Hem insanlar; derdi olmayan, kıvılcımlanmayan, insanı sarsmayan, silkelemeyen; yani insanı daha insan kılmayan “şiirle” niye ilgilensinler ki… Vasatlık bulaşıcıdır da zombilik gibi. Hani damak tadı gelişmemiş biri, burnunun dibine en muhteşem yemek de gelse, dudak büker. Öncelikle şiir… Kalıcı bir dizeyi bile kimse yerinden edemez, diye düşünüyorum. Onun için önce o büyüleyici güce sahip şiiri oluşturmak… Önce o. Sonra günümüz edebiyat ortamının dağıtım ağı olan ve kitaplaşmada ölçütün nitelik olduğu yayınevlerine ve eleştiri kurumuna ihtiyacı var. Ve edebiyatın tartışıldığı, şiir söyleşilerinin çoğaldığı bir ortama… Gündemin politikayla belirlendiği bu zehirli ortamda edebiyat, başka nasıl soluk alıp verebilir ki… Bir ülkenin edebiyatında yükseltiler, burçlar varsa; o yükseltiler, burçlar tek başlarına değildir. Hem şiirin diri olmadığı, şiir potansiyelinin güçlü olmadığı ülkelerde edebiyat, hiçbir alanda başat olamaz. Türkiye’de, belli oranda gelir getirdiği için diyelim, roman diridir değil mi? Bu bile şiirin güçlü bir damar olarak sürdürüldüğünü gösteriyor. Gelelim başta söylediğim, şiirin kurşuna dizildiği ve can çekiştiği gerçeğine. Evet, şiir kurşuna dizildi; çünkü insanlık ve insani duyarlık kurşuna dizildi. Nerelerde, nasıl diyerek sıralamayayım olup biten irkiltici anıları; içimizi yeniden karartmayalım. Ama insanlık nasıl ölümsüzse, şiir de öyle… Dünyadaki insan sayısınca şiirin canı var. Ve insan da insanlığın en muhteşem yürek ürünü şiirler de ölümsüzdür. İnsanlığın yazgısını paylaşan şiir, insan yaşadıkça yaşayacak. Şiir ölmedi, alıp başını gitti, bol oksijenli yağmur ormanlarına. Dublörünü bıraktı bu sığ ve yoz ortama. İnsanlar daraldığında yanı başında belirecek; ama mutlaka…”
‘Mardin’in en büyük sorunu tarihi ve kültürel dokunun tahrip edilmesi’
Gazeteci Mehmet Çelik, yaşadığı kent olan Mardin’in en büyük sorunlarına dikkat çekerken, şu ifadeleri kullanıyor: “Mardin’in en büyük sorunu tarihi ve kültürel dokunun tahrip edilmesidir. Tarihi doku “Tarihi Dönüşüm Projesi” ile eski hâline dönüştürülebilir mi? Bu konuda ciddi kaygılarım var. Bu güne kadar tarihi dönüşüm adına yapılan restorasyonlara, düzenlemelere baktığımızda, görsel olarak etkileyici olsa da, öze dönüş noktasında eksiklik ve aksaklıklarla dolu görüntüler var. Kentsel dönüşüm projesinin de bir an evvel hayata geçirilmesi, şehri çevreleyen gecekondu mahalle ve semtlerinin yıkılarak yeşil alana dönüştürülmesi gerekir. Yeşil kuşak hem tarihi şehre güzellik katacak hem de şehirde yaşayan insanların rahat nefes almalarını sağlayacak. Esnafın turisti yolunacak tavuk görmemesi için odaların eğitici rol alması kaçınılmaz hâle geldi. Mardin’de nargilenin 20 lira, kahvenin 6, çayın 3-5 liraya içildiğini düşünebiliyor musunuz?”
‘Sızılardan oluşuyor öyküler’
Yazar Aydın Öztürk, öykülerini nasıl yazdığına dair şu ifadeleri kullanıyor: “İnsanın içindeki o görünmez sızı bir yerde bir ipucu veriyor ve ipi takip ettiğinizde öykü çatılıyor. Sızılardan oluşuyor öyküler. Gündeliğin herhangi bir görüntüsü buna vesile olur, herhangi bir duygu… Bu ilk imge oluştuktan sonra geriye bunu görünür, başkalarınca da anlaşılır hâle getirmek için yapıyı sağlamlaştırmaya geliyor sıra. Yani teknik kısım, zanaat kısmı…”
‘Popüler zihniyet kimden olursa olsun kendi ağacının çürütücü kurdudur’
Yazar Gani Türk, Mardin Nusaybin’de sanat ve edebiyata yaklaşımını dile getirirken, günümüz Kürt yazarlarının aşması gereken eşiğe dair şu notu düşüyor: “Roman edebiyatı ve genel olarak edebiyata duyarlılık açısından Kürt coğrafyasının genelinde işlerin bu alanda çok da başarılı olmadığını söyleyebilirim. Romanın bir halkın aynası, dilinin geleceği ve gücü olduğunu sanırım herkes bilir ve kabul eder. Günümüzün Kürt romancıları bana göre henüz hakkıyla ilk Kürt romancıları sayılan Erebê Şemo’yu (1935 Şivanê Kurmanca), Rehimê Qazî’yi (1959 Pêşmerge), Helîm Yusiv (1999 Sobarto)’u, Gogol ve Puşkin yolundan gitmeye çalışan Mehmed Uzun’u aşabildiklerini düşünmüyorum. Bunun nedeni Kürt romancıların, yazarların eksikliği değil sadece; asıl nedeni Kürt siyasetinin dile ve edebiyata duyarsızlığı ve Kürt okurun ketumluğu da olabilir bence… Popüler zihniyet kimden olursa olsun kendi ağacının çürütücü kurdudur. Bütün halklara hangi koşullarda olursa olsun edebiyat yakışır, edebiyatın masum, cesur ve inatçı yüzü yakışır.”
‘Sahne bir özgürlük yeridir, dizilerde bu çok yok’
Sanatçı Osman Xunav, tiyatro ve dizi oyunculuğu arasında farklara dair şunları söylüyor: “Kuşkusuz çok fark var, örneğin tiyatro sahnesinde oyunu oynarken çok büyük oynamalısın ve sesini en arkadaki seyirciye bile ulaştırmalısın. Hata yapma şansın yok! Şaşırma gibi bir lüksün yok! Dizideyse şansın çok, şaşırabilirsin, çok hata yapabilirsin, çünkü tekrardan çekiliyor. Büyük oynamak zorunda değilsin, bağırmak zorunda değilsin. Bana göre tiyatro çok samimi, salondaki seyirciyle nefesleriniz birbirine karışıyor, daha önce dediğim gibi sahne bir özgürlük yeridir, dizilerde bu çok yok; istediğin gibi çekip yayınlıyorsun.”
‘Mekân sessel bir şeydir; kentsel/mimari, coğrafi ya da filozofik ölçekte de olsa’
Sanatçı, akademisyen Mehmet Atlı, Diyarbakır kentinin “müziği” hakkındaki düşüncelerini şöyle sile getiriyor: “Şehir seslerdir, demek isterim. Kıvrılarak çoğalan, birbirleriyle rezonansa geçen, bu arada değişip başka şeylere dönüşüp duran sesler. Metropolleşen bir şehrin sesleri, Kurmancilerin, Dimilîlerin, Türkçelerin, giderek Avrupaî dillerin, Arapçanın yankılandığı mekân/sesler… Mekân sessel bir şeydir; kentsel/mimari, coğrafi ya da filozofik ölçekte de olsa. Öte yandan, müzisyenler ve enstrümanlar, müziğin üretildiği ve tüketildiği ortamlar/mecralar çoğalıp çeşitleniyor, kimi formatlar ölürken kimileri nevzuhur ediyor, teknolojiler, küresel ağlarla ilişkiler yaygınlaşırken eskiye akademik, arkeolojik, nostaljik… Ya da şizofrenik ilgiler derinleşiyor. Ebeveynler çocuklarına müzik eğitimi aldırıyor mesela; şehirde bir orta sınıfın teşekkülü ve onun mekânsal teşekkülüyle ilgili bir durum… Ya da herkesin elinde telefonlar herkes için bir kayıt cihazı, kamera, fotoğraf makinesi, klip yapabileceği, paylaşabileceği bir durum… Herkesin star olduğu! Bazılarımıza “sanatçı” deniyor. Ya da bazılarımız kendisine sanatçı diyor. Bazılarımız “mahalli” bazılarımız “evrensel”. “Küyereller” var, amatörler var…”
‘Politize olmaya dayanan bir Kürt edebiyatı da, maalesef yeterli çoğunlukta değil’
Şair Bamed Serdar, politize olmuş coğrafyada sanat ve edebiyatın hak ettiği ilgi ve özeni görüp görmediğine ilişkin şu ifadeleri kullanıyor: “Coğrafyamızda politize olma yeterince doyuma ulaşmadığından ve bu konudaki hararet hâlâ çok yüksek olduğundan, edebiyat yeterince hak ettiği ilgiyi maalesef göremiyor. Aslında Kürt edebiyatına ilginin politize olmaktan kaynaklı olduğuna pek kanaat getiremiyorum. Kürt edebiyatında politize olma ile ilgili bir edebiyatın da yeterince var olduğunu düşünmüyorum. Politize olmaya dayanan bir Kürt edebiyatı da, maalesef yeterli çoğunlukta değil.”
‘Gülerken de bir trajedi eserinden aldığımız mesajı alabiliriz’
Sanatçı Mehmet Erbey, “Kürtlerin artık gülmesi gerek” derken, Kürtlerinin mizahla kurdukları ilişkiyi ise şöyle özetliyor: “Bu konuda komedinin/komedyenlerin var olan politik ve siyasi şartlardan muzdarip olduklarını söyleyebilirim. Komediden daha çok dram ve trajediler isteniliyor. Özellikle politik gücü elinde tutan kesimlerimiz. Tabii coğrafyamızda yaşanılanlar ortada. Bu yaşanılanları dramla ve biraz da ajitasyonla anlatım daha çok kabul görüyor. Özellikle bölgemizde yaşanılan acılardan/olaylardan dolayı eğer eseriniz komediyse sahneleyemiyorsunuz. Acılar yaşanırken komedi mi olurmuş denilmekte. Bundan dolayı çoğu organizasyonlarımız iptal olmuştur. Hani bazen hak vermiyor değilim. Ama biz Kürtlerin artık gülmesi gerek; gülmeye çok ihtiyaçları var çünkü. Gülerken de bir trajedi eserinden aldığımız mesajı alabiliriz.”
‘Diyarbakır’ın bir kimlik bunalımı yaşadığını düşünüyorum’
“Gazetecilik edebiyatın zamanını çalıyor” diyen şair Vecdi Erbay, Diyarbakır’ın kendisine kattıkları ve kendisinden götürdükleri ve kent kültüründeki dönüşümlere dair şunları söylüyor: “5 yıl oldu Diyarbakır’a yerleşeli. Bana ne kattı Diyarbakır, bunu zaman gösterecek ve belki buradan ayrılmam gerekecek bana kattıklarını daha net görebilmem için. Neler aldı? Açıkçası bunu da bilmiyorum. Ancak tarihi çok eskilere dayanan ve onlarca medeniyete ev sahipliği yapan Diyarbakır bir kültür şehridir. Yemeğinden diline, el sanatlarından müziğine kadar kendine özgü meziyetler barındırır ve bunda Kürtlerin, Ermenilerin, Süryaniler’in, Yahudilerin büyük katkısı vardır. Ekonomik gelişmeye açık bir kent olması, elbette göç almasına da neden olmuş. Ancak kültürel birikimi, 1990’lı yıllara kadar bu göçlerden etkilenmedi. 90’lı yıllarda savaş mağdurlarının yarattığı göç dalgası Diyarbakır’a fazla geldi. Kentin kimliği dönüşüme uğradı. 2000 yılında geldiğim Diyarbakır savaşın yarattığı tahribatı onarmaya çalışıyordu. Sonraki yıllarda da her fırsatta geldim Diyarbakır’a ve her defasında şehrin çok büyüdüğünden söz edilirdi. Büyüyordu şehir, doğru, her geldiğimde yapıların surların dışına biraz daha taştığını görüyordum. Ama kültürün, siyasetin, tarihin, ekonominin şehri bir inşaat şantiyesine dönüşürken birçok değerini de kaybediyordu. Kırklardağı’nın imara açılmış olması, kültürel ve siyasal yozlaşmanın görünen yüzüdür, diye düşünüyorum. Asıl tehlike daha derinde, herkesin görmezden geldiği sosyal ve siyasal alanda yaşanıyor. Her şeyin, insanın, kültürün, yurtseverliğin, kimliklerin, konumların, kurumların ranta tahvil edildiğini sadece ben görmüyorum. Herkes kendi gündelik hayatındaki tanıklıklardan görüyor bu feci yozlaşmayı. Diyarbakır, başını kuma gömmeyi tercih edenlerin ya da etmek zorunda kalanların yönettiği, yönlendirdiği, biçim vermeye çalıştığı bir şehir oldu. Diyarbakır’ın bir kimlik bunalımı yaşadığını düşünüyorum. Yeni bir kimlik ya da yenilenmiş, taptaze, dipdiri bir kimlik edinmeye çalışıyor. Geçiş sürecinin şiddetli sancılarıyla boğuşuyor, ancak her şey o kadar karmakarışık ki bu sancıdan kurtulması hiç de kolay olmayacak gibi görünüyor. Yine de umutluyum bu şehirden, bir gün safralarını kusacaktır.”
‘Cilalı imaj devrindeyiz’
Şair Ahmet Çakmak’ın günümüz edebiyat ortamına dair değerlendirmeleri ise şöyle: “Nitelikten ziyade çoksatar olmanın, yarattığı edebî değerden çok, tanınmanın kıymet kazandığı cilalı imaj devrindeyiz. Her şeyin imaj yaratma ve rantını egoyla sırtlama, usta-çırak ilişkisinin bittiği, her şeyde olduğu gibi edebiyatta da paylaşımın olmadığı zamanlar yaşıyoruz. Suya yazılmış olsa da, yazmaya devam ediyorum. Neruda’nın deyimiyle: “Şiir boşuna yazılmış olmayacak.”
‘Bir bebeğin çığlığıdır şiir, savaşanların naralarından daha güçlüdür’
Şair Çakmak, sanat ve siyaset ilişkisine dair de şu ifadeleri kullanıyor: “Tepeden tırnağa politik bir şehir. Şair de bu politiklik içerisinde şiirin şiir olarak ereğini yerine getirerek var olabilir. Şiirin politikliği/devrimciliği yarattığı estetik değerlerle orantılıdır. Mesele hangi toplumsal konuyu işlediğin değil, onun ne şekilde biçimlendirdiğindir. Borges’in aktarımıyla: “Şiire gerçek olayların dile getirilmesi olarak değil de, güçlü bir isteğin anlatımı olarak bakarsak, şiir daha büyük değer kazanır.” Bir hak ihlalini şiirleştirirken pekâlâ, gerici bir söylem içinde kalabilir şair; biçem olarak. Yeni duyarlı(lı)klara yeni biçimler gerek. Şiir dünyaya sözcüklerle başkaldırıdır. Bir bebeğin çığlığıdır şiir, savaşanların naralarından daha güçlüdür.”
‘İnsanı insana davet etmek, aşk kavramının sıradanlığın ötesinde olduğunu anlatma çabası’
Sanatçı Welat Veda, yeni albümü (Guhdar bike! Dinle! Listen!) üzerinden savaş karşıtlığına vurgu yaparak şunları söyledi: “İnsan fikirlerinin karşıtlarını doğurduğu ve çatışmaları arttırdığını kavradıktan sonra şekillendi ve devam ediyor bu şekil verme; zira ilk albümde de dediğim gibi, “Çocuk doğdum, çok çocuk öleceğim” fikri, yaşama şekil verip yaşamı o zaman yaşayabileceğim tezini ortaya koydu. Şimdiki albüm de senfonik eser ile Sud-u Sermaye sözleri hariç (ki bu iki eserin yazarları hayatıma çok şey kattılar), tüm söz ve müzikler bu anlattıklarımın birikmelerinden, 2000 ile 2012 yılları arasında yazdığım eserlerden oluşmakta. Finans ve diğer kaynaklar ile albümün stüdyo aşamaları yaklaşık beş yılımı aldı ve hemen bütün enstrümanlar tarafımdan icra edildi. Albümdeki özellikler insanı insana davet etmek, aşk kavramının sıradanlığın ötesinde olduğunu anlatma çabası taşıyor. Aynı zamanda savaş karşıtlığı, farklı dillerde dile getirilmekte. Kısa bir süre sonra, aslında bitmiş olan diğer albüm için çalışmalara başlayacağım, ilk iki albümden farklı bir nefes ile.”
‘Tarih boyunca düşünmek, okumak belli kesimler için hep tehlikeli olmuştur’
Yazar Murat Bay, sanat, edebiyat ve okumaya dair düşüncelerini şöyle dile getiriyor: “Yaşamı kutsamayan iktidarların karşısında durmak, bir cevap vermek gerekiyor. Edebiyat ve sanat bütün düşünceleri üretkenliğin, estetiğin yaşamın aracına dönüştürürken cehaletle bezenmiş güç sarhoşları ise sistemi mutsuzlukla bezenmiş bir çembere eviriyor. Ve o çember maalesef hayatımızın içinde dönüp duruyor. Hayatlarımızı çalan insanlara dur demenin en güzel yoludur okumak. Sizi kolay kandıramayacakları insanlar hâline getirir. Bu nedenle tarih boyunca düşünmek, okumak belli kesimler için hep tehlikeli olmuştur. Dünyanın en büyük çelişkisi de budur. Okuyarak bir böceğe bile zarar veremeyecek insanların tehlikeli duruşları olduğunu öne sürmek. Safsata…”
‘Önce insan olmayı bilmeyi başardığımız noktada her türlü empatiyi yapabileceğimize inanıyorum’
Eğitimci, yazar Mehmet Bedi Demir, Suriyeli mültecilerle kurduğu empatiyi şöyle özetliyor: “İnsanların diline, dinine, rengine bakmadan, acılarına ağlayabilmemin eğitimci kimliğimle bir alakası var mıdır bilmiyorum ama her şeyden önce insan olmak gerektiğine inanıyorum. Kürt, Türk, Arap, Müslüman, Hıristiyan, Musevi vs. olmadan önce insan olmayı bilmeyi başardığımız noktadan itibaren her türlü empatiyi kusursuzca yapabileceğimize inanıyorum. Derslerde geliştirdiğim diyalog sayesinde beni kendilerine yakın bulduklarını sanıyorum. Bu yakınlıktan dolayı da bana rahat bir şekilde açılabildiler. Bana açıldıklarında çektikleri acıları gördüm, gördüklerimi hissettim ve hissettiklerimi de yazıya döktüm. Hepsi bu!”
‘O ikisi yüreğimde birleşiyor’
Şair İbrahim Halil Akdağ, şair ve şiir kavramlarını “Şair: Şiir yazan insan. Şiir: Şairin kalbi, kaybolma belki de var olma isteği” olarak tanımlarken, Kürt şair kimliğinin üzerinden çok dilli olma hâlini ise şöyle betimliyor: “İki ırmak var içimde. Birinin suları kırmızı ile besleniyor, diğerinin suları ise, mavisi her gün biraz daha çalınan. O ikisi yüreğimde birleşiyor. Birleştiği yerde bataklığa benzer bir şey oluşuyor. Ben ve sanki benimle beraber bütün dünya bu bataklıkta çırpınıyor. Bizi her geçen gün daha bir içine çekiyor. Ve yok oluyoruz…”
‘Yaşıyor olmanın acısını hafifletmek için yazıyorum’
Şair Hicran Aslan ise şiir yazma gereksinimini şöyle açıklıyor: “Çaresizliğimden, hayat karşısındaki şaşkınlığımdan, benim ölülerim yara bandı diyorum bir şiirimde, işte o yara bandı olan tanıdığım veya tanımadığım o güzel insanlardan bağışlanma isteğimden, çocuklarıma borçlu olduğum o büyük özürden dolayı. Yaşıyor olmanın acısını hafifletmek için yaşadığım sürece yazacağımı biliyorum. Bunları okuyucuyla buluşturur muyum? Bunu istiyorum özellikle son birkaç yıldır Sincan İstasyonu, Bireylikler, Şiirden, Hiç İşte ve daha birçok dergide yer aldı şiirlerim. Öncesinde hep kendime yazdım çünkü.”
‘Gündelik yaşamın içindedir’
Yazar Mehmet Dinç, yazarın toplumla ilişkisinin nasıl olması gerektiği üzerine şunları söylüyor: “Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Nûredîn Zaza, Fakir Baykurt, Şolohov, Sadık Hidayet gibi toplumcu gerçekçi yazarlara baktığımda, kuram olarak yazdıklarımı onlara yakın görürüm. Bu noktada yazar öykülerinde bazen tanrısal anlatıcı olsa da, bana göre yaşadığı toplumun bir bireyidir. Gündelik yaşamın içindedir. Toplumdaki bireyler gibi yaşanan olayların tanığıdır. Bazen de o kargaşanın içindedir. Fakat bir bedenin sinir uçları gibi, toplumun karşılaştığı sıkıntıları kendince yorumlayabilme yetisine sahiptir; ya da bunu kendine görev edinir. O sebeple yazmaya ve okumaya büyük zamanlar ayırma ihtiyacı duyar. Dışarıdan bakıldığında, yazarın toplumdan kopuk olduğu gibi bir algı oluşsa da, yazarın toplumdan kopmak için özel bir çaba içinde olmadığını düşünenlerdenim. Tek derdi, yazıya ve okumalara daha fazla vakit ayırmaktır; bunun sonucu olarak da, böylesi bir çabanın içinde kaybolurken, zaman denen tartımın ruhunda açtığı geniş boşlukların farkına varamıyor çoğu zaman.”
‘Sanat, sosyal medyanın cazibesine yenik düşüyor’
Şair A. Rahim Kılıç, Diyarbakır’daki kültür ve sanat ortamını şöyle resmediyor: “Son zamanlarda Diyarbakır’da sanatsal anlamda bir hareketlilik var, mesela TÜYAP kitap fuarını yeniden düzenledi. Yeni açılan bir kitapevi birçok yazar ve şaire her hafta düzenli imza günleri düzenliyor. Vizyona giren her film kentimizde gösteriliyor. Fakat yazınsal üretim bağlamında kentin geliştiğini iddia edemem. Belki edebiyat-sanat dünyasında yer edinmiş birkaç şair, yazar bireysel ilişkilerini de kullanarak var olma mücadelesi veriyor diyebilirim. Sanat bir anlamda sosyal medyanın cazibesine de yenik düşüyor. Sanal olan, hakikat olanın önüne geçiyor. Diyarbakır da bu sanal olandan sıyrılıp kendi hakikatini görmeli, deyim yerindeyse, o kadim özüne dönmeli. Şunu da ifade edeyim, bir de bu kentin öteki edebiyatı, öteki sanatı, öteki yüzü var. Yani Kürtçe yazan, üreten sanatçıları var, onların işi daha da zor. Görünüşte talibi çok olan, ama gerçekte alıcısı yok olan tuhaf bir alan. Bu alanda bir avuç şair, yazar çırpınıp duruyor, üretmeye çalışıyor. Kim bilir belki düşürdükleri bu dipnotlar gün gelir, alıcısını bulur. Çünkü pazarı olmayan bir dilin; edebiyatı, sanatı ne kadar güçlü olursa olsun alıcısı olmaz.”
‘Günümüzde eline her fırçayı alan -üretmiyorsa eğer- sanatçı değildir’
Sanatçı Gökhan Aslan’ın sanat ve sanatçı tanımı da şöyle: “Sanat bir ritüeldir. Her ne kadar görece bir kavram olarak baksak bile herkes farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor; kimine göre “ekmek yoksa, pasta ye” muhabbetinden öteye geçmez fakat öyle olmadığını içine girdikçe daha iyi kavrıyorsunuz. Bizde ise hem sanatın hem de sanatçı kavramlarının içeriği boşaltılıyor tabii. Günümüzde eline her fırçayı alan -üretmiyorsa eğer- sanatçı değildir. Hatta zaman zaman şunlarla karşılaşıyoruz; hani derler ya alfabeyi öğrenmeden roman yazmalar gibi, kimi akımın öncüleri bile kendilerini hâlen o kategoriye koymazken, bizde üç fırça sallayan sanatçı geçiniyor. Üzücü fakat yapacak bir şey yok.”
‘Sanat içimizdeki barbarlığı yok eder’
Sanatçı Abdurrahman (Abdo) Yalçınkaya, öğrencilere dönük bir sanat eğitimi üzerine şunları söylüyor: “Bu konuda kendimi çok yetkin yahut uzman görmüyorum. Ancak herkesin bildiği gibi her çocuğun (öğrencinin) en az bir sanat dalıyla ilgilenmesinin önemli olduğunu ben de düşünüyorum. Sanat ile ilgilenen herkesin sanatçı olacağı anlamı çıkmasın. Zaten anlamı bu değil. Sanat herkesi sanatçı yapmaz, ancak herkesin içindeki barbarlığı yok eder. Sanatla ilgilenmenin anlamı burada yatıyor kanımca.”
‘Kürtçenin bir statüsü olmazsa, gitgide Kürtçeye ilgi de azalacak’
Yazar Firat Cewerî, Kürt diline günümüzdeki ilgiyi şöyle görüyor: “Düne nazaran bugünkü Kürt diline ilgi hayli fazladır. Ama günümüzde asimilasyon mekanizmaları da bir hayli fazla ve sonucu etkileyici. Bu konuda biraz Kürtleri, Kürt aydınlarını, Kürt bürokratlarını, Kürt politikacılarını eleştirsem de, suçlusu, sorumlusu devlettir; devletin yürütmüş olduğu anti demokratik politikalardır. Kürt dili resmî olmazsa, ana dilde eğitim olmazsa, Kürtçe pazar dili olmazsa, Kürtçenin bir statüsü olmazsa, bu durum böyle devam edecektir ve gitgide Kürtçeye ilgi de azalacaktır.”
‘Egemenin dilinde yazmak ama egemene karşı direniş içinde olmak!’
Yazar Burhan Ekinci’nin edebiyat camiası hakkında değerlendirmelerine şu ifadeler eşlik ediyor: “Edebiyat kalmadı ki, edebiyat camiası olsun. Artık her şeyin reklamlarla döndüğü, büyük meblağlarla kitapların satıldığı bir dönemdeyiz. Bir de katı bir edebiyat lobisinin egemenliğinde maalesef bizim gibi hem parasız hem yeni hem de Türkçe yazan Kürt yazarların pek şansı yok. Kürtçe yazsak, yine bu politik çevre içerisinde kendimize bir tarafta yer bulabiliriz, ama hem Türkçe yazıp, Türklüğün egemenliğine karşıysanız bu boktan bir hâl almaya başlıyor. Egemenin dilinde yazmak, ama egemene karşı direniş içinde olmak! Büyük bir suç ve ceza!”
‘Edebiyatın edepten neşet ettiğini düşünenlerdenim’
Yazar Ceylan Alkan, erkek egemen bir toplumda hem kadın hem de yazar olmanın getirdiği zorlukların üstesinden nasıl gelinebileceğine dair şunları dile getiriyor: “Edebiyatın edepten neşet ettiğini düşünenlerdenim. İlla bir olgudan bahsedeceksek, o da “kalem” olmalıdır diye düşünüyorum. Bir kadın yazarın duruşuyla yaşayabileceği zorlukların üstesinden gelebileceğine inanıyorum. Fikir ve düşünceyle var olan her kadın, erkek egemen bir toplumda da kalıcı eserler bırakabilir.”
‘Aşiret bölgenin gelişmesinin önünde bir engel’
Akademisyen-Yazar Vahap Uluç, aşiret olgusunun bu coğrafya için anlamı üzerine şunları dile getiriyor: “Aşiretlerin tarihini bundan yaklaşık 8 bin yıl öncesine götürmek mümkün. Gerçi bu konuda elimizde yazılı belge yok, ama akıl yürütme ile bu sonuca ulaşmak çok zor değil. Elimizde yazılı belgenin olmamasının nedeni, aşiretlerin yazılı değil, sözlü geleneğe dayanmasıdır. Kendi geçmişlerine ait yaşanmışlıkları kayıt altına alma geleneği aşiretlerde yoktur. Devletlerin olmadığı ya da zayıf kaldığı zamanlarda aşiret, ekonomik ihtiyaçları karşılamak ve can güvenliğini sağlamak ihtiyacından doğdu. Yüz yıl öncesine kadar aşiretler birbirlerinin mal varlıklarına saldırırlardı. Aşiret kültüründe buna “talan etmek” derler. Türkiye-Suriye sınırı boyunca yerleşik olan aşiretler, Arabistan’ın çöl bölgesinden gelen Şemmera, Begara, Inêza ve Şerabi gibi aşiretlerin saldırısına uğrardı. Örneğin çalışmamın konusunu oluşturan Kikan Aşireti, Şemmera Aşireti’nin şeyhlerine “hüve” dedikleri bir vergi/haraç öderdi. Dolayısıyla kent merkezlerinin dışında yaşayan insanların her biri bir aşirete sığınmak zorundaydı. Aşiretler de bu şekilde varlığını sürdürdü. Çok uzun yıllara dayanan bu gelenek ve yaşam biçimi, Doğu ve Güney Doğu bölgelerinde yaşayan insanlar için bir alışkanlığa dönüştü. Aslında, aşiretleri zorunlu kılan koşulların çoğu ortadan kalktı. Ancak İbni Haldun’un ifadesi ile “insan alışkanlıklarının çocuğudur” ne de olsa. Bu alışkanlıkları bir çırpıda değiştirmek kolay değildir. Bir süre daha aşiretlerle yaşamaya devam edeceğiz. Ancak şunu da ifade edeyim; aşiret bir ihtiyaçtan doğmuş olsa da, bugün bölgenin gelişmesinin önünde bir engel.”
‘Toplumunun duygularının, yaşanmışlığının, acılarının dışavurumcusu ve anlatıcısıyım’
Ressam, heykeltıraş M. Latif Sağlam’ın sanatçı tarifi üzerinden kendini tanımlaması işe şöyle: “Halkın yaşantılarını, acılarını, hikâyelerini, efsanelerini okuyan ve anlatan meddahvari bir anlatıcı; toplumunun duygularını, yaşanmışlığını, acılarının dışavurumcusu ve anlatıcısıyım. Toplumda iz bırakan olaylar ve olgular nasıl toplumu etkiliyorsa, beni de doğal olarak etkilemektedir. Kanımca, Yaşar Kemal’in İnce Memed isimli eseri için yapılan şu yorum: “İnce Memed bir mecbur insandır. Yaşar Kemal de bir mecbur yazardır. Kavga etmeye, başkaldırmaya, direnmeye mecbur olanları yazmaya hem mecbur hem de memurdur.”, tam da beni anlatmaktadır diyebilirim.”
‘Ana dilim kimliğimin bir parçasıdır’
Yazar, çevirmen Mustafa Aydoğan, Kürtçe anadilin korunması ve geliştirilmesinin önemine ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunuyor: “Sevdiği şeyi korur insan. Kendinden bile… Sevgiyi de korur; sevgisiz olan her şey ve herkesten… Herkesin ana dilini sevmesi kadar doğal bir hak olamaz kuşkusuz. Bu hakkı sonuna kadar desteklemek gerekir. Ben de herkesin ana dilini sevdiği kadar seviyorum ana dilimi. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Derin (N)akışlı Sular adlı kitabımda dile getirdiklerimin bu konudaki bakışımı anlatmaya yeterli olduğu kanısındayım. “Çünkü ben diğer dillerle ilişki kurarken ‘canlı, elvan ve gürül gürül’ olan dilimden kopmadım. Tersine, diğer diller onu daha çok sevmemi sağladı. Hiçbir dile düşmanlık beslemiyorum. Böyle bir duyguya yabancı olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Üstelik dünyaya açılan değişik pencerelerimi, yani konuşabildiğim dilleri de çok seviyorum. Onlardan entelektüel gıdamı almaya da devam edeceğim. Ama nerede olursa olsun, ana dilimi benden çalmaya, beni ilk penceremden koparmaya çalışan her eyleme karşı olduğumu haykırmayı çok önemsediğimi belirtmek boynumun borcu.” Sizin tabirinizle dil ormanında bulunan ağaçların kendi renklerini, özelliklerini korumalarını istemem, öz varlıklarına, haklarına duyduğum sevgi ve saygı sadece ana dilimle sınırlı olsaydı, karşıtlarına benzeme riski taşıyabilirdi. Oysa ben her dayatılan dilin, ki bu benim ana dilim de olsa, asimile etmeye yönelik her davranışın, dayatmanın karşısında olduğumu her fırsatta dile getiriyorum… Bu ormanda var olan rengârenk ağaçları sulayacak dimağlara, kökleri toprağına sımsıkı bağlı olan kendi dil ağacımı da ancak sulayarak çağrıda bulunabilirim. Yine sözü edilen kitabımda dediğim gibi, “Çocukluğumda benden çalınmak istenen, gençliğimde farkına varıp geri almak için didindiğim, uğruna coşku dolu yıllarımı, doyasıya yaşayamadığım sevgi yüklü anlarımı adadığım, bundan ötürü de hırçın dalgalarla boğuşmak zorunda kaldığım, mayınlı tarlalara sürüldüğüm” ana dilimin fırtınalara maruz bırakılmış dallarını, yapraklarını sarma gayretim, “savunma psikolojisi” mi, yoksa yaşatma eylemi olarak mı okunmalı? Ana dilimi savunma, ona derman bulma gayretkeşliği ile karşıtlarına benzeme riskini nasıl bağdaştırabildiğinizi anlamakta zorluk çektiğimi özellikle söylemek istiyorum. Çünkü bu konuda yapılan kimi eleştirilerin asıl hedefi, sanki asimilasyonun kendisi ve bir asrı aşkın bir inkâr politikasıyla en temel bir hakkın gasp edilmesi değilmiş de, daha çok asimilasyona maruz bırakılıp ortadan kaldırılmak istenen bu dile yapılanlara karşı çıkanlarmış gibi geliyor bana. Üstüne basa basa söylüyorum; dil yasağının hiçbir gerekçesi olmaz. Bu, kabul edilecek bir şey değildir. Hangi bahaneyle olursa olsun, dil inkârının sonuçlarını iliklerine kadar yaşamış bir insan ve yazar olarak her türlü dil yasağına karşıyım. Bakınız, çok açık söylüyorum, Kürt olmasaydım da, Kürtçeye bir asırdan fazladır yapılan zulme ve haksızlığa sessiz kalmayacağımdan, dünyanın daha bir fakirleşmesini engellemek için de insani sorumluluğumu yerine getirmeye çalışacağımdan kuşkunuz olmasın. Ayrıca dillerin birbirleriyle sorunları olmadığını düşünenlerdenim. Asimilasyon aracı olarak kullanılan dillere ilişkin de, dilin kendisine değil de, onun kullanılış biçimine, başka bir dili ortadan kaldırma aracı olarak kullanılmasına karşıyım. Bir dilin başka bir dili ortadan kaldırmak için kullanılmasının, aynı zamanda o dile de yapılmış bir hakaret olduğunu yıllardır dilimde tüy bitercesine söylüyorum. Çünkü diller tarihin ambarları, kültürün, entelektüel zenginginliklerin taşıyıcıları… Her bir dil yok olunca, dünya daha bir fakirleşiyor. Dile ilişkin değerlendirmelerime dayanan yaklaşımım, “kadim toprakların ruhuna halel getirme”nin aksine, bu toprakların ruhunu besleyip daha da zenginleştirecek bir dil kucaklaşmasını ve dillerin kardeşçe bir arada yaşamalarını sağlayacak koşulları yaratmayı ön görmektedir. Böyle bir ortamda, karşıtına benzeme riski neredeyse sıfırlanır. Kürtçenin hâlâ ötekileştirildiği bir dönemde, bana bir Türkçe dayatması gibi gelen kimi tutumların farkında olduğumu söylemeliyim. Çünkü Türkçeyi kullananlar böyle bir şeye maruz kalmıyorlar. Ben de Türkçeyi kullandığımda böyle bir şeye maruz kalmıyorum, yalnızca Kürtçe söz konusu olduğunda karşılaştığımı söylemeliyim. Ana dilim kimliğimin bir parçasıdır, onu kaybedersem kimliğimin bir parçasını kaybetmiş olurum.”
‘Kendi dilimle anlattığım hikâyenin yedi düvelde dolaşması beni mutlu ediyor’
Yönetmen Bilal Korkut, sinema sevgisi ve sinema siyaset ilişkisi üzerine şunları dile getiriyor: “Sinema ile coğrafyaları aşmak çok rahat; alt yazı ile dil bariyerini aşabiliyor… Kendi dilimle anlattığım hikâyenin yedi düvelde dolaşması beni mutlu ediyor. Siyasetin iliklerimize kadar işlenmesi bana çok doğal geliyor. Bunun, sinemamın politik olması ya da olmaması ile bir ilgisi olmamalı, daha doğrusu, bu ilişkiyi önemsememeliyiz. Dünyada her şey her zaman politiktir, ama bazı coğrafyalarda nedense bu durum didik didik edilerek, politik olanda anlam kaybına uğratılmış oluyor. Yaptığım iş değerlendirilmeden bir siyasi parti ya da oluşumla etiketlenerek boşa çıkartılmış olunuyor. Politik demek, sadece bir siyasi bir partiye yakınlık demek değil ki. Ben hiçbir siyasi partiye ya da oluşuma hizmet etmeden de politik olabilirim. Çünkü “kişisel olan politiktir.” Ve benim bütün işlerim birinci dereceden kendimle ilgili. Kendimi ifade etmeyi, ifade ederken de daha iyi anlamamı sağladığı için sinemayı seviyorum.”
‘Bu bizim en büyük trajedimiz’
Ressam, şair Alişer Avcı, Türkçe yazan çok dilli bir sanatçı olmanın sanatına katkısını şöyle değerlendiriyor: “Diller ve kültürler arasında köprü kurabilmek, birden fazla dil konuşabilmek, kuşkusuz çok değerlidir ve yazma uğraşındaki biri için avantajdır. Ben akademik eğitimimi maalesef ana dilimde yapamadım. Şartlar elverseydi, eğitimimi Kürtçe almayı, dolayısıyla Kürtçe düşünmeyi, Kürtçe özlemeyi ve Kürtçe kaygılanmayı ve böylelikle Kürtçe yazmayı çok isterdim. Bizim kuşak bu nedenlerden dolayı kendi içinde çatışmalı bir ruh hâli ile yetişti. Bu bizim en büyük trajedimizdir. Ana dilimiz, uzaklarda ışıklı tayflar gibi bizi kendine çekerken, biz kanadından yaralı kuşlar gibiydik; maalesef engin maviliklerinde kanat çırpamadık.”
‘Tarihimizin, kültürümüzün, dilimizin yok olup gitmesine seyirci kalamayız’
Yazar Orhan Aksoy’un, yazar toplum ilişkisine yaklaşımı şöyle: “Yaşadığım coğrafya son yirmi yıldır baş döndürücü bir dönüşüm geçirmektedir, ancak bunun olumlu yönde olduğunu düşünmüyorum. İnsanların kendi dil, kültür ve geleneklerinden uzaklaştıklarını görüyorum. Bu değişimin, bireyselcilik diyebileceğimiz, popüler ve seküler bir kültüre doğru, bilinçsiz bir savrulma olduğunu düşünüyorum. İnsanlar okumuyor ve değer üretmekten de çok uzaklar. Bölgenin aydınları birçok konuda çabalıyor gibi görünüyor, ama yeterli mi bilemiyorum. Bölge insanının maddileşmesi ve sefahate dalmasını doğru bulmuyorum. Hayatı, iş ve aş olarak iki kelimeye indirgemek çok yanlış. Binlerce yıllık tarih ve kültürümüz var, değerler üretmeliyiz. Tarihimizin, kültürümüzün, dilimizin yok olup gitmesine seyirci kalamayız…”
‘Çocukların dikkatini kendi edebiyatımıza çekebiliriz’
Yazar Tolga Karaboğa, çocuk edebiyatı üzerine şunları dile getiriyor: “Ülkemiz yazarları maalesef çocuk edebiyatı konusunda dünya çapında eserlere imza atamıyor, ya da ülkemizdeki yazarların kitapları yeterli ilgiyi göremiyor. Belki de sebebi, yazarların günümüz çocuklarının zekâsını görememesinden kaynaklı. Bir gerçek var ki, çocuk kitaplarını önce büyükler beğeniyor. Büyüklerin beğenisi ise en çok satan kitaplar standından geçiyor. Edebî değeri yüksek kitapların yerini televizyon programlarında film olmuş, popülaritesi yüksek kitaplar oluyor. Ama bunu değiştirecek bir güç şu an yok. İçinde yaşadığımız kültürü çağdaş dünyayla birleştirebilirsek, çocukların dikkatini kendi edebiyatımıza çekebiliriz. Yazmadan, emek vermeden, yeni dünyanın çocuklarını tanımadan, zekâ ve hayal güçlerini, isteklerini, beğenilerini bilmeden, çocuk edebiyatının gelişmesi pek mümkün görünmüyor. Ama eski dönemlerle kıyaslayınca, çocuk edebiyatında yükseliş olduğunu görmek zor değil.”
‘Bir gün savaş ve çatışma biterse, geriye elbette, felsefe, roman, öykü ve şiir kalacak’
Yazar Suzan Samancı, politikleşme düzeyi yüksek bir toplumda sanat üretimi üzerine şu değerlendirmede bulunuyor: “Bir toplumda eğer siyasetçi çoksa, sanatçı azsa, bir metne ya da tabloya bakıp, “Ne var bunda bende yaparım!” deniyorsa, mutlaka zırcahil bir yönetim vardır. Sanat bilincine ulaşmak, nesnelliği sunarken, özneli de nesnelde anlaşılır kılma, seçeneğini ve gerçeğini sunar. Korkunun Irmağında romanıma Robert Musil’den bir alıntı eklemiştim: “Kentler de insanlar gibi, yürüyüşlerinden tanınırlar.” Kentler ve diller de birer canlı organizma gibidirler, kişiliklerini, kimliklerini tarihsel süreç belirler. Kentler de doğar, yaşar, bölünüp parçalanabilir ve yeniden kurulabilirler. Birçok uygarlığa, kültürlere ve dillere beşiklik etmiş, acının, hüznün ve direnen kentlerin toplumsal hafızası farklı çalışır; biz nasıl coğrafyamızın ürünüysek, kentler de tarihsel sürecin ve olayların ürünüdür. Diğer adı da şairler ve yazarlar kenti olan Diyarbakır’dan çokça fikir ve sanat insanın yetişmesi tesadüf değil elbette. Farklı uygarlıklara ev sahipliği yapması, çok kültürlü yapıyı barındırması, ya da İpek Yolu’nda olması, tıpkı Avrupa’daki aydınlanmanın ve gelişmenin liman kentlerinden başlaması gerçeğinde olduğu gibi, sanatsal-düşünsel ve toplumsal hareket olarak yeniliklere öncülük etmiştir. Baskının ve yok edilme tehlikesinin olduğu her yerde, insanlar bir araya gelip örgütlenme ihtiyacı duyarlar; baskı ve şiddet illegalite yaratır. Çatışmanın, ölümlerin, haksızlığın olduğu yerlerde İnsan Hakları Derneklerine fazlasıyla ihtiyaç duyuluyorsa, siyasetçiye gereksinim de kendiliğinden doğuyor. Bir ömrü sanata adamak, bizim gibi toplumlarda oldukça lüks olduğu gibi, karın da doyurmuyor. İnsanlar önce güvende olmayı, karınlarının doymasını tercih ederler, hayal ve üretim sonra gelir. Ama derseniz ki, bir gün savaş ve çatışma biterse, geriye elbette, felsefe, roman, öykü ve şiir kalacaktır. Çatışmalı ve özgürleşememiş coğrafyalarda yaşamanın hem avantajı hem de dezavantajının olduğunu söyleyebilirim.”
‘Sözcüğün dövücüsüdür anlatıcı’
Şair, yazar ve çevirmen Îrfan Amîda, edebiyat ve yazar kavramlarını şöyle tanımlıyor: “Sanırım bu kadar geniş kavramları anlatabilmek için bazen basit yollar denemek gerek. Belki en basit tanımına sığınmak gerek. Çok fazla teorik ve kavramın kendisine yaslayan bir açıklamadan uzak durmak gerekiyor gibi düşünüyorum. Bu söyleşi için en azından. Bu yüzden edebiyat kavramını anlatı sanatlarından biri olarak tanımlamak yetiyor benim için. Dil ile anlatı. Ama salt dile, sözcüğe yaslanan bir anlatı değil. Çünkü dil tek başına bir anlatı aracı değildir. Salt dile yaslanan anlatı, sanat değildir. Ya da daha doğru hâliyle sözcüğe yaslanan… Sözcüğün dövücüsüdür anlatıcı. Yeniden döver. Demirin dövücüsü demiri nasıl demir olmaktan çıkarıyorsa, tarihsel olana, demirden ayrılan sosyolojik, ekonomik, kültürel olana dair yeniye çeviriyorsa, sözün/sözcüğün dövücüsü de sözcüğü yeni olana çevirir. Bu dil/sözcük ile olan anlatıya edebiyat denir sanırım. Bu sözcüğü dövmek, yeniden dövmek duyularıyla, duyularının gücü ile ilgilidir insanın. Salt işlevleri olan duyular, insanı konuşan yapar. Farklı işlevleri olunca da anlatıcı yapar. Edebiyat da anlatıcının anlattığıdır galiba. Yazar da bu anlatıcıdır. Yani sözün dövücüsü. Yani sözü ve sözcükler arasındakini yeniden yaratandır. Gerisi not almaktır. Kayıt tutmak. Belki de bundan sebep, önce kayıt tutmak/not almakla başlayan eksik yazar. Duyuların salt işlevlerine sığınmak, onlara yaslanmak zorunda kalır/sonucunu yaşar.”
‘Diaspora beni ben ile buluşturdu’
Şair Remzi Tanrıverdi, uzun yıllar diasporada yaşamanın sanat hayatına yansımalarını şöyle değerlendiriyor: “Hayatımın çoğu ülke dışında geçti. 14 yıl Avusturya, 16 yıl da İngiltere. Ancak kendimi hiç oralarda yaşamış gibi görmüyorum, hissetmiyorum… Kişi olarak çok güzel günler yaşadım, iyi eğitim alma imkânlarım oldu, iyi insanlarla dostluklar edindim, en yüksek düzeyde profesyoneller ile tanıştım, ancak çok malum olan bir şey var ki, benliğim hep buradaki mahallelerimde yerleşikti. Ve ülke özlemi belki de en çok şiir yazdıran unsur olmuştur. Elbette ki farklı toplumlarda, kültürel ortamlarda yaşamak, insanın zihnini açar, tolerans seviyesini artırır, uyum alışkanlıkları sağlar. Bu imkân çok değerlidir. Ancak insan kendi gerçek ülkesinin, kültürel varlığının ve ülkesindeki sorun ve eksikliklerinin farkında ve ilgilisi ise, o zaman her şeyi sürekli mukayese eder ve kendisi için rahatsızlık yaratır. İşte bu noktadan sonra ruhsal baskılar ve deformasyonlar başlar. Bu ortamlarda her türlü aktivitenin; sanatsal ve politik dâhil olmak üzere iç dünyanı edilgen kılmaktan başka neye yarayacağını tespit bile etmek zorlaşır. Sanırım, bu durumda Meryemxan, Karapetê Xaço, Serhat ve Dersim türkülerini iyi bir ilaç olarak başucumda tutmam işime yaramıştır. Özcesi, diaspora beni ben ile buluşturdu.”
‘Her şey gibi sanat eserleri de tüketiliyor’
Sanatçı Necla Taysun Sağlam, sanat ve sanatçı kavramlarına yaklaşımını şöyle özetliyor: “Sanat ve sanatçı, yumurta tavuk metaforu gibi birbirini tamamlayan bir olgudur bana göre. Buna ilave olarak sanat; sanatçı, seyirci ve eser sacayağı üzerinde dengede duran, yükselmesiyle hayatımızı zenginleştiren ve insan olduğumuzu hatırlamamızı sağlayan bir varoluştur. Ne sanat eseri, ne seyirci, ne de sanatçı tek başına bir anlam ifade eder. Sanatçı, yaşadığı ortam ve kişiliğiyle, içinde barındırdığı duyarlılıkla birleşerek toplumla paylaşacağı eserler ortaya çıkarır. Seyircinin algısı da toplum ve yüzyılla ilintilidir. Bu bağlamda seyirci sonradan olgunluğa erişir. Çünkü eserler ve sanatçılar sonradan algılanıp benimsenir. Şu an yeni bir dönem yaşıyoruz, hızın alabildiğine arttığı bir dönem. Her şey gibi sanat eserleri de tüketiliyor. Bu yoğunlukta kim sanatçı veya hangi eser sanat değeri taşıyor, bunu tartışmak için zaman olduğunu düşünmüyorum. Fakat bu sorun da, kendi gerçeği içinde yeni bir yola girecektir; değişmeyen tek şeyin, değişim olması gibi. Ben kendi sanatımı kâğıt ve boyayla başlayıp grafik tasarım, tuval, fırça, heykel, seramik, cam, şimdi ise dijitalle devam eden bir serüvenle ifade ediyorum.”
‘Okumayan, okutamaz’
Şair, yazar Atilla Yaşrin, öğrencilere dönük sanat eğitimi üzerine şunları dile getiriyor: “Birçok insan kendindeki yeteneğin farkına varmadan yaşamını tüketiyor veya tüketmiştir. Annemiz, babamız, dedemiz veya çevremizdeki herhangi biri, yeteneğiyle çok büyük bir keman virtüözü olabilecekken, hayatında keman görmeden veya kemanı eline almadan yaşamını sürdürmüş ve tüketmiştir. Her gün yüzüne baktığımız birçok öğrencimizi çok iyi tanıdığımızı iddia edemeyiz. Özellikle kabiliyet söz konusu olduğunda, ortam yaratılmazsa, fırsat tanınmazsa, tabir yerindeyse, su yüzeyine çıkamaz. Hatta bu tip öğrencilerin baskın yönü köreldiği için diğer alanlarda da silik olabiliyorlar. Kendi branşım için konuşacak olursam, sık sık metin yazma çalışması yaparım. Yeteneği olan kişileri yönlendirmem kolay oluyor. Zaten kişi farkındalığını ortaya koyduktan sonra, o kendi akarını bulur. Bir diğer önemli nokta ise, insan bilmediği bir şeyi sevemez veya nefret edemez. Hiç bilmemektense nefret etmek daha iyi, diye düşünürüm. En azından fikrin olur, karşı tez oluşturursun. Soru eğitimci yönüme yönelik geldiği için, kendi çabamı anlatayım. Bilindiği üzere, bizde performans değerlendirmesi adı altında bir not takdirimiz var. Ben o notu beş şiir ezberleterek veriyorum. Şiir ezberleyemeyeceklere de roman okutup, romanı tahlil ettiriyorum. Bu çalışma her dönem farklı şiirle ve romanla tekrarlanıyor. Ayrıca proje ödevlerini de aynı metotla veriyorum. Burada en önemli noktalardan biri, şiir ve kitabın seçimidir. Öğrenciye şiiri ve kitap okumayı sevdirecek türden olmasına dikkat ederim. Bu vesileyle şunu söylemek istiyorum, özellikle ilkokul öğretmenlerinin bu konudaki tutumu çok önemli. Gerek çocuklarımdan, gerekse bize gelen öğrencilerden biliyorum, ezberi gelişsin diye şiir ezberleri yapılır. Seçilen metinlerin bazıları tam da kişiyi şiirden soğutacak cinsten. Özel günler için gür sesle okunacak metinler seçilebilir, ama bunun dışında ses akışı açısından dikkate alınacak metinler amaca yönelik daha faydalı olur diye düşünüyorum. Öğrencinin bireysel farklılıklarını ortaya çıkarmak konusunda eğitim sistemimiz bir hayli sıkıntılı. Bu iş tamamıyla öğretmenin ve velinin özel çabasına kalmış durumda. Öğrenci şanslıysa iyi bir öğretmen denk gelirse ne âlâ, yoksa tanıyacağı tek müzik aleti flüt, tek resim malzemesi suluboya, tek spor malzemesi meşin top olur. Şimdiki de dâhil, çalıştığım altı okulun hiçbirinde resim ve müzik öğretmeni kadrosu yoktu. Okul kütüphaneleri, niceliksel açıdan zengin; ama nitelik tartışılır. Güncel kitaplar yok denecek kadar az. Kitap okuma yarışmaları, Ahmet Mithat Efendi’nin kitapları okutularak yapılıyor. Bu örneğim yanlış anlaşılmasın, Ahmet Mithat Efendi’nin eserleri roman tekniği bakımından en kusurlu metinler. Onların yazılış amaçları farklı. Okuma etkinliklerindeki dayatmacı anlayış terk edilmeli. Sanatın yegâne amacı olan estetik haz özgürlükçüdür. Daha da önemlisi okumayan, okutamaz.”
‘Sanat da kısa, hayat ta’
Diyarbakır surlarında Ahmet Güneşteki’in “Hafıza Odası” sergisinde imzası olan Sanatçı, yazar Şener Özmen, sergi hakkındaki düşüncelerine ve farklı kesimlerden gelen eleştirilere dair şunları dile getiriyor: “Bir sergi, bir araya gelmesi hayalen bile uzak tarafları, şahısları, kişilikleri saldırı refleksiyle nasıl bir araya getirdi, bunu da sanat tarihçilerine bırakıyorum. Olumlu çok az şey okudum, 90’larda bize dönük ötekileştirme stratejilerinden bihaber bir kitle var, aynı şeyi şimdi başka bir sanatçıya yapmamız isteniyor, ki Ahmet Güneştekin bu durumla sıklıkla karşılaşmış bir sanatçı. Türkiye’nin sanat ve kültür kurumlarının karşısına aldığı, ulusalcıların -ve devletin de- yek elden saldırdığı bir sanatçının kendisini bu anlamda savunacak argümanları da olacaktır kuşkusuz. Çok şey yazılacak, çizilecek, bunu da sanat pratiklerinin içinden okumamız gerekiyor, en azından böyle bakabilmeliyiz. Son söz: Sanat da kısa, hayat ta.”
‘Her hikâye aynı zamanda bir gerçeğe tercümanlık yapıyor’
Yazar Tekin Çifçi, kitaplarını yeni okuyacak olanlara şunları söylüyor: “Benimkisi edebiyattan ziyade, edebî bir çaba olarak nitelendirilebilir. Hikâye yazarken gerçeklerden kopmamaya dikkat ediyorum. Çünkü her hikâye aynı zamanda bir gerçeğe tercümanlık yapıyor. Son on yılda zamanımın tamamını akademik çalışmalara ayırdığım için yeni hikâyeler yazamasam da, yazmış olduğum makale ve kitap bölümlerinde kuru ve duygusuz bir akademik dil yerine, edebî ve aynı zamanda akıcı bir dil kullanmaya özen gösterdiğimi düşünüyorum. Benim edebî ve akademik çabamın merkezinde insan var. Cinsiyet olarak da kadın, Kürt kadını var. Kadın yaşamın her alanında etkilidir. Mesela, Kürt halk hekimliği üzerine yapmış olduğum saha çalışması, Kürt kadınlarının kültürel aktarımın yanında geleneksel halk tıbbının uygulanması ve gelecek nesillere aktarılmasındaki rolünü ortaya koydu. Biz erkekler, kadınlara çok şey borçluyuz. Bir erkek olarak, ataerkil toplum yapısının kadına verdiği on bin yıllık hasardan -payıma düşeni telafi edebilmek için böyle bir çabayı sürdürmem gerekecek. Okurlara tavsiyem, Tekin Çifçi’nin eserlerini sadece Kürt kadınını ve Kürt folklorunu merak ettikleri için okusunlar. En azından şimdilik… Eğer okur, eline aldığı bir kitabımı ve makalemi sonuna kadar okuyabilirse, iyi bir iş çıkardığımı düşüneceğim. Bitiremezse, değerli zamanlarını çaldığım için ona bir özür borcum var, demektir.”
‘Coğrafyanın realitesi üzerinden bir dil kuruyorum’
Yazar Şeyhmus Diken, kentle bütünleşen bir yazar olarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “Diyarbakır ve Şeyhmus Diken algısı belki kimilerine göre bir yazar için sınırlayıcı, kapsam daraltıcı gibi algılanabilir. Haklı gerekçeleri de olabilir elbette. Ama ifade edeyim ki, bu benim için geçerli değil, bu tercihim konusunda gayet rahat olduğumun altını çizmeliyim. Evet, ben Diyarbakır Suriçi’nin Alipaşa Mahallesinde doğmuşum, Hançepek mahallesinde büyüdüm. Zorunlu ayrılışlar (eğitim filan) hariç, hep şehrimde yaşadım ve ömrüm vefa ederse, bundan sonra da buradır vatanım. Anlaşılmalı ki, benim için asıl mevzu, bir şehirde yaşayıp, o şehirde yazıp oradan dünyaya seslenmektir. Okur kitlem; neredeyse bütün söyleşilerimde fark ettiğimdir ki, çok geniş, toplumun çok farklı alanlarından ve çok farklı coğrafyalarından. Karadeniz’de, Ege’de, Orta Anadolu ve dünyanın birçok yerinden mektuplar alan bir yazarım. Bu mektupları yazanların bir bölümü de Kürt değiller. Ama okuyorlar ve merak ediyorlar. Ben ne yaptığımın ve ne yazdığımın farkında olan bir yazarım. Kendimi İstanbul dukalığına beğendirmek derdinde değilim, hiç de olmadım. İstanbul entelijansiyası ile ilişkimde esas aldığım, eşitler arasındaki ilişkidir. Kürtçe yazamıyorum. Türkçe yazan bir yazarım. Ama coğrafyanın realitesi üzerinden bir dil kuruyorum. Onların dilinde yazıyorum. Ve hiç de onlardan geride yazan biri değilim. Benden çok daha iyi değiller, bende onlardan kötü değilim. Bunu biliyorlar ve benimle ilişkilendiklerinde bu gerçekliğimi dikkate alıyorlar, alacaklar da. Bu benim realitem. Bunun dışında yazı işçiliğiyle efendi-köle ilişkisi kurma derdinde olanlarla yolum asla kesişmez. Bunu bilirler ve benimle olan ilişkilerini buna göre şekillendirirler.”
‘İrfan iktidara değil, sadece hakikate mutidir’
Akademisyen, çevirmen Hayrullah Acar, akademi ve akademisyen kavramlarının kendindeki karşılığı üzerine şunları söylüyor: “Akademi bilginin özel formlarda üretildiği yerdir. Aslında herkes kendisi ve hayat hakkında bilgi üretir. Bu da onların hakkıdır. Bu şekilde bilgi üretim sürecinde akademi dışında herkesin katılımı, hayatın bilgisini çoğullaştırır ve farklı bakışları görme şansımız olur. Herkesin bilgi üretimi sürecine katılması da, aynı zamanda felsefi üretimin yaygınlaştırılmasına yardım eder. Bu şekilde herkesin düşündüğü ve felsefe yaptığı bir toplumda yaşama şansına erişiriz. Oysa akademi bilgiyi belli formlarda üreterek bilgi üretim sürecinde tekel kurar. Bu bakımdan akademi hegemonya içerir. Genellikle fildişi kulelerinde oturanlara hizmet eder. Bu nedenle akademinin içine yerleşen herkesin “hizmetkâr” olma riski yüksektir. Bundan kurtulmanın yolu da, eleştirel yaklaşımlarla hegemonyadan kurtulmaktır. Bizim de çabamız bu yöndedir. Fildişi kulelerinde oturanlara değil, içinden geldiğimiz kendi halkımıza hizmet etmek için çabalıyoruz. Akademik perspektif her ne kadar önemli ölçüde lisansüstü programlarda şekillense de, aslında hayat boyu birikerek oluşur. Üniversiteler sistem içinde sağlık bilimlerinden dil bilimlerine uzanan yolculuğumda, elbette birçok unsur almışımdır. Bununla birlikte bugün bulunduğum akademik konum itibariyle tamamen onlarla değil, aynı zamanda onlara rağmen de bazı unsurlar kattığımı görmekteyim. Kuşkusuz, bunun önemli bir sebebi, beslendiğim kaynakların akademiyanın dışına taşmasıdır. Doğu dillerini okumak irfanı okumaktır. Mevlana’yı, Hafız’ı, Xanî’yi, Melayê Cizîrî’yi……okumaktır. İrfan iktidara değil, sadece hakikate mutidir. İrfan, modern iktidarların dar dünyalarına sığmaz. Hakikat deryalarında gezinir. Bu da kaçınılmaz olarak daha eleştirel bir perspektife sahip olmanıza neden olur. Yine yok sayılmış, itibarsızlaştırılmış ve ölüme mahkûm edilmiş dilleri ve kültürleri çalışmak, onların varolma direnişlerine eşlik etmek akademik perspektifimizi belirliyor. Diğer branşlarda olduğu gibi, Kürdoloji çalışmalarında da belirli bir alanda yoğunlaşmak, derinleşmek kişiyi daha derinlikli ve özellikli çalışmalara sevkedecektir. Türkiye üniversitelerinin bazılarında Kürdoloji alanında lisansüstü eğitim veren enstitülerin eğitime başlaması, “mektepli” kürdologların yetişmesinin yolunu açtı. Hani meşhur “Memlekette Oxford vardı da, biz mi okumadık” söylemiyle bakılacak olursa; bugün Türkiye’de Kürdoloji bölümlerinin kuruluşunda yer alan çekirdek akademisyenlerin hiçbiri akademik manada formel bir Kürdoloji eğitimi almadı. Çünkü böyle bir kurum yoktu. Bahsettiğim kadronun tümü akademik kariyerlerini farklı disiplinlerde yaptılar. Bu akademisyenlerin memlekette Kürtçe yazıp çizmenin yasak olduğu dönemlerde, bu alanda yazıp çizdikleriyle geniş bir müktesebat ortaya koymaları kendilerini “alaylı” kılan en temel özelliklerdir. Ama şimdi yavaş da olsa, durum değişiyor. Kürt Dili ve Edebiyatı lisansını bitiren bir öğrenci aynı alanda yüksek lisansını ve doktorasını bitirip alanında uzmanlaşabiliyor. Bu şekilde eğitimlerini tamamlayan öğrencilerimizin sayısı gün geçtikçe artıyor. İşte size “mektepli” Kürdologlar. Gerçi bahsettiğim ilk nesil olan bizler, her ne kadar farklı disiplinlerden geldiysek de, doktora sonrası akademik derecelerimizi Kürdoloji alanında elde ederek akademik olarak Türkiye’de saff-ı evvelde (ilk safta) yer aldık. Yoğunlaşma meselesine gelirsek, bizim neslimiz yasaklı dönemde hangi konularda fahri olarak çalıştılarsa, bugün de resmî olarak aynı alanda çalışmalarına devam ediyorlar. Bu çerçevede, ben de doğu dilleri/Fars dili geçmişim itibariyle çalışmalarımı klasik Kürt edebiyatı tarihi, klasik metinler şerhi alanında yoğunlaştırmaya çalışıyorum. Ayrıca Kürt basın tarihi de ilgilenmeye çalıştığım diğer bir konu.”
‘Editörlük mekanizmasının yazar ve şairin diline kazandırdığı bir terbiye vardır’
Lîs Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni şair Lal Laleş, yayıncılık ve editörlük işinin şair kimliğine etkilerini şöyle özetliyor: “Bir şair, edebiyatıyla uğraşmalıdır. Şair veya yazar dediğiniz kendi kitaplarıyla; okur olma dışında bir ilişki kurmamalıdır. Editörlük mekanizmasının yazar ve şairin diline kazandırdığı bir terbiye vardır. Sonuçta editörlük bir yerde, bir metni eleştirel gözle okumaktır. O okumalardan da dersler çıkararak, sürekli öğrenerek, tetkik ederek, muhakkak, daha iyi yazmanın imkân ve koşullarını aradığı bir mecradır editörlük. Bu anlamda editörlük kıymetlidir, ama insanı tüketen bir şeydir. Editörlük dışında geçinmek için başka bir iş de yapıyorsanız, durum büsbütün vahim bir hâl alıyor. Bizim gibi Kürtçe edebiyatla uğraşanların yaşadığı tastamam budur. Yani hayatımı editörlük yaparak kazanacağım, bu işin dışında da oturup yazacağım derseniz, ham hayal kurmuş olursunuz. Bizde işler farklı işliyor maalesef. Sekiz beş mesaisi yapıyoruz; ondan sonra editörlük, ondan da zaman artarsa, şiir veya başka bir şey yazmaya çalışıyoruz. Sanırım, Kürtçe edebiyatın gelişmemesinin sebeplerinden en önemlisi, asıl işimizi (okuyup yazmayı) layıkıyla yapamıyor olmamızdır.”
‘Dil olarak gazetecilik edebiyatın tam karşısında durduğu bir yer, hatta düşmanı’
Gazeteci yazar Adnan Gerger, “Tavhane Çocukları” kitabının yazımına mesleğinin katkıları üzerine şunları söylüyor: “Edebiyat, öğretmenlik mesleği, özellikle “Türkçe Öğretmenliği mesleği” olarak görülüyor, bizim ülkede. Eğer öğretmen değil de başka meslektenseniz, edebiyatla uğraşınız çok itibarlı görünmüyor. Öğretmen değilseniz, ne yazarsanız yazın, iyi edebiyat yapamaz noktasının dayatılması, bana tuhaf geliyor. Ben bu yaklaşım biçimini anlayamıyorum. Evet, edebiyatı yazmaktan yayınevine kadar her alanda öğretmen mesleğinden arkadaşların nicel varlığı söz konusu, ama bu dayatmanın da gerçekten bir faydası yok. İşin bir diğer ilginç yanı, bu soru söyleşilerimde en sık biçimde karşıma çıkan soru. Ben de hep Jack London’un Martin Eden’i örnek gösteriyorum. Martin Eden iyi bir yazar olmayı istediği için açlıkla karşı karşıya kalmasına karşın, eline olanak geçtiği hâlde, gazeteci olmak istemiyor. Doğrusunu isterseniz, dil olarak gazetecilik edebiyatın tam karşısında durduğu bir yer, hatta düşmanı bile diyebilirim, ancak elde ettiğim birikimi, yazma deneyimini gazetecilikten elde ettiğimi söylemek istiyorum. Ve bu, bana büyük bir kazanç. Gazetecilikteki saha çalışmalarımın edebiyata dönüşümü çok önemli, beni tamamlıyor. Bunda roman disiplinini ve kuramsallığını öğrenmek için gösterdiğim çaba da göz ardı edilemez. Hiçbir meslek de insana bu donanımı veremez. Ben bu alanda biraz kıskançlık hissediyorum.”
‘Sözcüklerin içinde erimeyi öğrenmek istiyorum’
Şair Sema Güler, edebiyatı şöyle tarif ediyor: “Herkesi kendi varoluşsal sorunlarıyla yalnız bırakan, kaba-sert, akıl çağı denilen bir dünyadayız. Sanatta da, herkesin öteki olduğu hücreler inşa ediliyor. Bunu hepimiz hissediyoruz. “Kendimde konuştuğum dil, zamanımın dili değil” diyordu Barthes. Ben de kendimde konuştuğum dili, zamanın ve egemenlerin gölgesinden, savaşarak ayıklıyor, özüme sakladıklarımı, incitmeden doğaya ve insanlara aktarmak istiyorum. Ve sözcüğün içinde erimeyi öğrenmek istiyorum sözgelimi.”
‘Her şey insana bir şeyler katıyor’
Yazar Muharrem Erbey, “Coğrafya mı yoksa yazmak mı bir kader?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Coğrafya kaderdir” der İbni Haldun. Evet, kaderdir. Doğru. İnsan yaşadığı en iyi bildiği yeri ve derdi yazmalıdır. Ben de içinde doğup büyüdüğüm coğrafyanın insanlarını yazmaya çalışıyorum. Zengin bir dil, yaşanmışlık, kültürel kodlarla beslendik. Şahsen yaşadığımız acıların ilk elden tanığı oldum. Dolayısıyla her şey insana bir şeyler katıyor. Tümünden bir edebî eser çıkarmak ise, bu alanda kalemine, kelamına, yeteneğine, disiplinli çalışmaya kalıyor.”
‘Hayli konformist, tembel ve riyakâr’
Şair Mehmet Altun’un, günümüz şiirine ilişkin düşünceleri şöyle: “Mutsuz. Tekil. Bencil. Ziyadesiyle takiyeci hatta hayli konformist, tembel ve riyakâr. Tam da memleket gibi. Tam da zamlara ablak ablak bakan sendikacılar gibi. Tam da muhalefetlerin iktidarlardan çalmaya çalıştığı milliyetçilik vebası gibi!”
‘Hukukun işlemediği yerde sağlıklı bir toplum olmaz’
Akademisyen Vahap Coşkun, “hukuk bilmezliği” şöyle açıklıyor: “Hukuk bilmezliğin temelinde, teknik manada hukuka vakıf olmamak yattığı söylenemez. Çünkü hiçbir toplum, hukukun teknik inceliklerine bütünüyle hâkim olmaz, hukuki süreçler daha ziyade hukuk profesyonelleri arasında işler. Soruna mutlak bir cevabım olmasa da, şunu söyleyebilirim sanırım: Burada asıl sorun, daha gerçek anlamda bir “toplum” olamamamızda düğümleniyor. Bir hukuk bilincine sahip olmak, hakkını-hukukunu bilmek ve diğerinin de hakkına-hukukuna saygı göstermek, toplum olmakla çok yakından ilgili. Cemaatler hâlinde yaşıyoruz, bize lazım olduğunda hukuka başvuruyor, ama hukukla işimizin bittiğini düşündüğümüzde, onu paranteze alıyoruz. Siyasette de görülüyor bu: Muhalefette iken hukuki ve demokratik değerlerin yılmaz savunucusu kesiliyoruz. Lakin iktidar olduğumuzda, hukuku bir ayak bağı olarak görüyor, onu bertaraf etmenin ve dolanmanın yollarını arıyoruz. Hülasa, sorun derin; sağlam bir vatandaşlık ve hukuk bilinci geliştirmek mecburiyetindeyiz; aksi takdirde, bize hayatı dar eden problemlerden kurtulamayız. Hukukun işlemediği, insanların hukuka güvenmediği bir yerde sağlıklı bir toplum olmaz.
‘İnsanın beyni ülkesine benzer’
Şair Cemil Denli, bir Kürt şair olarak diasporadaki durumu şöyle değerlendiriyor: “İnsanın beyni ülkesine benzer. Eğer ülken darmadağın edilmişse, onun bir ön aşaması olarak, önce beyninin darmadağın edilmiş olması gerekir. Ülkesi tarumar bir insan için, ülkesi de dâhil, her yer diasporadır. Mesela ilk şiirim olan Ew Tav Leylan û Çavên Te de şöyle iki satır geçiyor: Zarokê dayikeke bindest im peyv zû li min dikeve (Ezilen bir ananın evladıyım laf tez dokunur bana) Duh li ber nigê dayika xwe penaber bûm îroj jî li vir (Dün anamın dizlerinin dibinde mülteciydim, bugünse burada).
‘Çok içler acısı hikâyeler’
Yazar Gülseren Mungan, Ezidi kadınların başından geçen felaketi dinlerken hissettiklerini şöyle dile getiriyor: “Görüştüğüm tüm kadınlar, beni yıllardır tanıyorlarmış gibi içtenlikle anlattılar yaşadıklarını. Onlarla ortaklaştığım çok şey oldu. Yaşamaya mahkûm edildikleri her tür şiddeti, acıyı iliklerime kadar hissettim. Gözlerim doldu, ağlayamadım. Tansiyon sorunum nedeniyle zor zamanlar geçirdim. Gayretlerine, dileklerine, sevinçlerine ortak oldum. Çok içler acısı hikâyeler… Dünya’da sayıca azalmış, dili yaygın olmayan bir halkın, dinî inancı anlaşılmayan ya da yanlış aktarılan, kendi hâlinde hüzünlü bir dini topluluğu Ezidiler. Ezidi olmaları suçmuş, kusurmuş, günahmış gibi davranılan Mezopotamya’nın bu kadim halkı, ne yazık ki, Ferman adını verdikleri çok sayıda katliamla karşılaşmışlardır. Suriye iç savaşında vücut bulan DAEŞ vb. kökten dinci oluşumlar, öncelikle ve en çok Ezidilere yönelmiştir. Kadınlarını kaçırmış, tecavüz etmiş, köle diye pazarlarda satmış. Bir hikâyemde yer alan inanılmaz acımasızlığı, okurların değerlendirmesine bırakmak isterim. Evet, tahmin ettiğiniz gibi, anlatılanları dinlemek, kayıtları kâğıda aktarmak ve hikâyeleştirmeye çalışmak, çok acı vericiydi benim için. Çok zordu ama birilerinin bu tarz çalışmaları yapması, başkaları dediklerimizle duygudaşlık (empati) kurması, bir şekilde tarihe not düşmesi, adaleti gözetmesi gerekir. O zaman halklar huzur bulacaktır diye düşünüyorum.”
‘Akıl ne isterse onu çalacak bu eşsiz orkestra’
Yazar Seçil Duyan, yaşadığı coğrafyanın yazar kimliğinize etkilerini şu sözlerle dile getiriyor: “Yaşadığımız coğrafyadan etkileniyoruz mutlaka. Tüm bu farklılıkların her biri bir enstrüman gibi. Bir araya geldiğinde muhteşem bir orkestra ortaya çıkıyor. Büyük bir zenginlik. Bu açıdan bakıldığında kendimi şanslı buluyorum. Tabii bu orkestranın; coşkulu, hüzünlü ya da sevinçli çalması, batonu elinde tutan akla bağlı. Akıl ne isterse onu çalacak bu eşsiz orkestra.”
Son Not: Söyleşmenin samimi atmosferinde açığa çıkan yalın anlatımlar “Bu bir söyleşi kitabıdır” eserinin okunuşunda ciddi bir rahatlık sağlıyor. Öte yandan 20 yılın eskitemediği kimi vurguların bugün de güncelliğini koruyor olması, yapılan değerlendirmeleri daha da ilgi çekici hale getiriyor. Söyleşide yöneltilen kimi sorun alanlarının hala çözüme kavuşmaması birçok temel konuda yapılan değerlendirmelerin yakıcılığını ortaya koyuyor. Dünden bugüne taşınan ve yarına kalacak olan birçok önemli vurgu söyleşileri döne döne okumayı gerekli kılıyor. Herkese iyi okumalar…