Abidin Yağmur
Önce bir soru: Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca çok şiddetli baskılara maruz kalmış, baskılara karşı direnmiş, yenilse bile yeniden toparlanmış, bin sene boyunca aç kalmış ama tekkesiz/dergahsız/mürşidsiz/pirsiz kalmamış, bu kurumları canı pahasına korumuş Alevi-Bektaşi toplumu; neden devri cumhuriyette, 1925’te başta Hacı Bektaş dergahı başta olmak üzere bütün dergahlarının kapatılmasını ‘kolayca’ kabul etmiştir?
Niye direnmemiştir?
Dahası, dergâhlarını kapatan Atatürk’e karşı neden kin duymaz da aksine sevgi, saygı ve muhabbet duyar?
Bu birilerinin iddia ettiği gibi “celladına aşık olma” hali midir?
*
Mesele uzun ama ben kısa bir yanıt vereceğim.
Evvela “celladına aşık olma” iddiası kocaman bir safsatadır. Alevi tarihini bilen birinin asla söyleyemeyeceği bir safsata hem de…
Çünkü eğer teknik olarak celladına aşık olmak mümkünse, Aleviler neden Yavuz’a, 2. Mahmut’a aşık olmamıştır?
*
Alevi Bektaşi toplumu dergahlarının kapatılmasına direnmedi çünkü tarihsel olarak tekkeler ve dergahlar miadını doldurmuştu.
Yani…
Yani tekke ve dergahlar Alevi Bektaşi toplumunun ‘gündem ve ihtiyacının’ gerisinde kalmıştı.
Yani…
Yani tekke ve dergahlar, 1925’ten çok önce, belki 100 yıl öncesinde değişen toplum şartlarının gerisinde kalmış, yozlaşmıştı.
Alevi Bektaşi toplumu merkez dergahların çekim alanından çoktan çıkmıştı. Merkez dergahların çekim alanından çıkan Alevi Bektaşiler kurumsal olmayan, belli bir yöreyle sınırlı olan ‘kapalı’ bir Alevilik biçimine çoktan geçmişti.
Yani…
Yani dışarıdan bir müdahale olmasaydı bile Alevi Bektaşi Kurumu merkezi ve kurumsal tekke ve dergahlardan süreç içinde zaten kopacaktı.
Bunu da en iyi Hacı Bektaş Dergahının postnişinleri biliyordu, görüyordu, seziyordu.
*
Peki bu değişimin itici gücü neydi?
Bektaşi tekkeleri niye bozuluyordu, Alevi Bektaşi kitlesi kurumsal ve merkezi dergahtan niye uzaklaşıyordu.
Bunun yanıtını tarihçiler, sosyologlar etraflıca verecektir.
Benden bu kadar…
*
Günümüze gelelim…
Alevi Bektaşi camiası son bir haftadır acı veren, Aleviler olarak bizleri utandıran, üzen bir olayı tartışıyor.
Olayın taraflardan biri Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelen, Ulusoy soyadını taşıyan, bu itibarla dergahın misafirhanesinde de söz hakkı, sorumluluğu olan bir zat.
Olayın diğer tarafı ise Abdallar olarak anılan bir Alevi Bektaşi kolundan kadınlar.
İddia şu:
Hacı Bektaş soyundan geldiği tarihi vesikalarla sabit olan zat, Abdal kadınlara önce hakaret ediyor. (Burada olayın ne olduğu, nasıl olduğu konusunun önemi yok.) Kadınlar hakarete tepki verince söz konusu zat, “Bana efendimiz diyeceksiniz” diye kadınlara çıkışıyor.
Kadınlar “efendimiz” demeyi reddediyor haliyle.
Zat, bunun üzerine kadınlara fiziki şiddet de uyguluyor.
Söz konusu zat, hakaret edip iteklediği kadın hakkında şöyle bağırıyor:
“Bunun sahibi yok mu? Sahibi alıp götürsün şunu!”
*
Sırayla gidelim…
Birincisi, Alevilik, birinin birine, hiyerarşik bir yapı içinde“efendimiz” diyeceği hamlık sürecini çoktan aşmıştır. Aleviler padişahlara, şahlara bile “efendimiz” demez. “Hünkarımız” demez. Sadece Hacı Bektaş’a “hünkar” der. Bunu da zorla, baskıyla değil, korkuyla değil. Muhabbetle söyler. Bir Alevi ya da bir Abdal, muhabbet duymadığı bir kişiye niye “efendimiz” desin.
İkincisi, Fiziksel şiddeti zaten tartışmaya bile gerek yok. Fiziksel şiddete başvuranın mazereti, gerekçesi olamaz. Kurumsal, merkezi dergahta da, yöresel dergahta da bu suçu işleyenin cezası toplumdan dışlanmadır.
Üçüncüsü, Alevi kadını da, Bektaşi kadını da, Abdal kadın da sahipsizdir!
Alevi erkeği de, Bektaşi erkeği de, Abdal erkeği de sahipsizdir!
Kimse kimsenin sahibi de değildir, efendisi de değildir, kölesi de değildir.
Eşittir.
Kendi içinde de eşittir, dışarıya karşı da bu eşitlik ilkesini korur.
Fransız bir avukatın avukatlar için söylediğini Alevilere uyarlarsak şöyle diyebiliriz:
Biz Aleviler kimseye köle olmadık, kimseyi de köle diye tutmadık!
*
Bu son olay, yazının başında sorduğumuz soruya verilen yanıtları doğrular nitelikte.
Ne demiştik?
“…Tarihsel olarak tekkeler ve dergahlar miadını doldurmuştu. Tekke ve dergahlar Alevi Bektaşi toplumunun ‘gündem ve ihtiyacının’ gerisinde kalmıştı. Tekke ve dergahlar, 1925’ten çok önce, belki 100 yıl öncesinde değişen toplum şartlarının gerisinde kalmış, yozlaşmıştı.”
*
Bugün dünyanın dört bir yanında Alevi Bektaşiler, “yolun sürdürülmesi” adına, Ulusoy soyadını taşıyan zatlara saygıda kusur etmiyor, onlara manevi bir anlam yüklüyor.
Bugün manevi anlam yüklenen ve o maneviyata uygun davranmaları beklenen zatlar gelecekte derleyici, toparlayıcı, yolu sürdürücü mürşitler olup Alevi Bektaşi kültürüne yeniden öncülük edebilirler mi?
Bunu zaman gösterir…
Alevi toplumunun, hele hele kadın hareketinin gerisinde kalmaya devam ederlerse ne olur?
Her devirde olan olur…
Alevilik bir sudur, akar, yolunu bulur!